OSMANLI TOPRAK SİSTEMİ

1-Giriş:

Osmanlı Devleti, tarih sahnesinde varlığını sürdürdüğü altıyüz yılı aşkın süre içerisinde oluşturduğu siyasi, iktisadi ve sosyal kurumları ile,  dinleri, dilleri ve tarihi mirasları farklı milyonlarca insanın üç kıtada sulh içinde beraber yaşamalarına imkan sağlamıştır.

Herbiri  köklü toplumsal tecrübelerin ve analizlerin mahsulü olarak nesilden nesile gelişmiş ve kemal dönemlerini Osmanlı’da bulmuş bu kurumların derinlemesine incelenmesi şüphesiz ki, bu temeller üzerine oturmuş bir sistemi de daha berrak olarak ortaya çıkaracaktır. Ancak, oluşturulan kurumların varlığını belirleyen insan ve inanç unsurları dikkate alınmadan ve devlet yönetimine hakim olan dünya görüşü ana hatları ile gündeme getirilmeden, bu büyük gücün gerçek mahiyetini açıklamaya çalışmanın birçok eksik ve yanıltıcı çözümlemelere yol açabileceğini gözden uzak tutmamak gerekir.

Osmanlı Devleti’nin genel yapısı kutsal bir amaca göre ayarlanmıştı. ‘İslam’ı yeryüzüne hakim kılmak.’ Bu amacın Türk ırkının geleneksel cihan hakimiyeti mefküresi ile bütünleşmesi neticesi devletin ana hareket noktası olması, Osmanlı’yı  adeta tüm yapısını bu minval üzere şekillendirmeye itmiştir. Osmanlı kurumları ana dayanak noktası itibariyle İslam Dini’nin kıstaslarını temel almakla birlikte, yerleşmiş Türk gelenekleri de oluşumda belli oranlarda etkili olmuştur.

Osmanlı Devlet Sistemi’nde genel anlamda kuvvetli bir merkeziyetçilik göze çarpmaktadır. Bu merkezi idarenin yönetimi altında toplum harp maksatları için teşkilatlanmış muazzam bir ordu manzarası arzetmekte, umumi bir seferberlik havası ve zihniyeti tabii ve daimi bir hal olarak hüküm sürmekte idi. Osmanlı üzerinde yoğun çalışmaları  ile tanıdığımız rahmetli Ömer Lütfi Barkan’ın deyimi ile imparatorluk bir Padişah Çiftliği gibi idi. Yüzlerce köy, yarıcılık, ortakçılık veya çeltikçilikle en iyi arpayı ve pirinci bir plan dahilinde saraya temin etmekle mükellefdi. İmaretler için  gerekli  gıda maddelerinin temini yine belli bölgelerin sorumluluğuna bırakılmıştı. Birçok köy, kervansarayların civarını şenletmeye, köprüleri, yolları tamir etmeye, derbent beklemeye ( bir tür inzibat hizmeti) atalarından kalan ırsi bir mükellefiyet olarak mecburdular.

Ordu için gerekli mühimmat, top dökme, su yolu, kale inşaatı, donanmaya yelken bezi dokuma gibi hizmetleri yapmakla vazifeli olan bölgeler icap ettiği zaman bu hizmetlerini yerine getirmeye, elde ettikleri mahsulleri merkezin istediği noktalara intikal ettirmekle sorumluydular. Bizatihi memleket idaresi ve düşmanla savaş gibi vazifeleri yerine getiren askeri sınıfın yanısıra, onun alt yapısını hazırlayıcı durumdaki reaya kesimi topyekün kutsi bir amaç için çalışan ve tek merkezden yönetilen bir mekanizmayı oluşturuyorlardı.

Osmanlı toplum yapısını ana hatlarıyla ortaya koymaya çalışan kısa genellememize son vermeden , özellikle klasik dönemi daha iyi anlamamıza yarayacak olan Kınalızade Ali Efendi’nin ‘Adalet Dairesi’ adıyla maruf teorisini ve bu günkü dille açıklamasını zikretmeden geçemeyeceğiz.

Kınalızâde Ali Efendi  (1510-1572) şöyle ifade etmektedir:

  • Adldir mucib-i salâh-ı cihan (Adâlettir dünya düzen ve kurtuluşunu sağlayan)
  • Cihan bir bağdır dîvarı devlet ( Dünya bir bahçedir, duvarı devlet)
  • Devletin nâzımı şeriattır (Devletin nizamını kuran Allah kanunudur (Şeriattır) )
  • Şeriate olamaz hiç hâris illa mülk (Allah kanunu ancak saltanat ( devlet-mülk ile) ile korunur).
  • Mülk zabt eylemez illa leşker (Saltanat (devlet-mülk), ancak ordu ile zaptedilir)
  • Leşkeri cem’ idemez illa mal (Ordu, ancak mal ile toplanır ve ayakta kalır)
  • Malı cem’ eyleyen raiyyettir (Malı toplayan ( sağlayan)  halktır)
  • Raiyyeti kul ider padişah-ı aleme adl (Halkı Cihan Padişahının idaresi altında tutan ( ona kul eden)  da ancak adalettir )

2-Toprak Sistemi ve Arazinin Taksimi

Yukarıda ana hatları ile izah etmeye çalıştığımız  Osmanlı Sistemi ‘nde, din-devlet-toplum ilişkilerinin bu temel noktalar üzerine bina edildiği,  Osmanlı’yı inceleyen pek çok ilim adamı tarafından da dile getirilmektedir.

Bu kısa genellemenin ardından , konumuz olan Osmanlı’da uygulanan toprak sistemine göz attığımızda bölgelere göre bazı farklılıklar gösteren bir yapı ile karşı karşıya kalmaktayız. Buna rağmen toprak sisteminin ana karakterini, varmak istediği noktalar açısından şu şekilde ifade edebiliriz:

-Devletin merkeziyetçi karakteri icabı buna aykırı unsurların zaman içinde ortadan kaldırılması

-Yeni fethedilen bölgelerin İslamlaştırılması. Bunun için kullanılan iskan ve kolonizasyon siyaseti

Osmanlı toprak sistemine mülk sahipliği açısından bakıldığında da şöyle bir ayırım yapılabilir:

1/ a) MÜLK ARAZİLER: Bu arazilerin mülkü tamamıyla bir şahsa veya aileye ait olmakla  ve devlet bu tip arazilerin yönetimine karışamamaktadır. Bilhassa Rumeli bölgesine ilk fetihler esnasında merkez tarafından teşvik gayesi ile birçok temlikler yapılmıştır.(Mesela 4.Bayezid’in Mihaloğlu Ali beye, Plevne yakınlarındaki bir köyü temlik etmesi bu kabildendir. ) Eski devletlerin zamanından kalma mülk topraklar da mevcut idi.

b) MALİKANE-DİVANİ SİSTEM: Konya taraflarında başlayıp büyük kısmı Doğu Anadolu’da ve Suriye’de görülen bu tip arazilerde toprağın kuru mülkiyeti bir şahsa ait olarak kalmakta, bu şahıs 1/10, 7/10, 5/10 nisbetinde toprak kirası almakta, fakat bilumum şer’i ve örfi resimler(vergiler) devlet adına toplanmaktadır. Ayrıca toprağın kira parasını malikane hissesi adı altında alan mülk sahibi olmasına rağmen, kiralama işini yapan ve toprağın işlenmesi üzerinde kontrol sahibi olan devletin, oradaki yetkili memuru yani sipahisidir.

2/VAKIF ARAZİLER: Tedavülün dışına çıkılmak suretiyle Allah yoluna tahsis edilen topraklar bu adla anılmakta idiler. Bu tür vakıflar ki çoğunluğu padişahın ya bizzat tesis ettirdiği  ya da miri araziden tasarruf edenlere izin vererek oluşmasını sağladığı topraklardır. Vakıf arazilerin en büyük özelliği buralara devlet memurlarının olağanüstü vergileri toplamak için bile girememeleriydi. Vakıf araziler içinde ölüme bağlı vakıf şeklinin yaygınlaşması müsadere (devletin toprağa-mala el koyması) kurumuna karşı bir direniş şeklinde sonraki asırlarda ortaya çıkmıştır.

3/MİRİ ARAZİ: Miri arazide toprağın kuru mülkiyeti (rakabe) devlete aittir Bu tür araziler genel olarak üç şekilde teşekkül etmektedir:

a) Fetih yoluyla elde edilen arazilerin kuru mülkiyeti, o toprağın kazanılması için askerler topyekün savaştığı için orada kamunun hakkı olduğundan devlete maledilir. Ganimet gibi  paylaştırılmaz. (Bu Hz. Ömer’in bir uygulamasına dayanılarak kural haline getirilmiştir.)

b)Mülk topraklar sahibinin ölümü ile mirasçısı yoksa devletin mülkiyetine geçer

c)Yararlanma hakkı verilmiş mevat arazi de miri topraklardan sayılır.

3-Miri Arazi ve Timar Sistemi

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Osmanlı Devleti’nde toprakların yüksek mülkiyet ve kontrol hakkı (rakabesi) geniş bir alanda devletin elinde alıkonulmuştur.Toprağın böyle özel bir hukuki statüye tabi tutulmuş olması onu işleyenler için tasarruf konusunda bir takım kayıtların meydana çıkmasına sebep olmuştur. Çünkü bu durumda köylü, toprağın hakiki sahibi değil fakat kiracısıdır, dolayısıyla hibe, vasiyet, satış, vakfetme,, borç gibi haklara sahip değildir. Ayrıca ölümünde toprakları sahip bulunduğu diğer mallar gibi şer’i miras hükümlerine göre taksim edilmemektedir. Ölen kişinin yalnız bir erkek evladına  veya erkek evlatlarının tümüne birden müştereken, devlet toprakları miras olarak  geçmektedir.

Erkek evladın olmadığı zamanlarda yine erkek akrabalarından birine arazi intikal edebilmekte, bu arada bütünlüğü bozulmamaktadır.Bu geçişlerde devlet tapu resmi veya tapu bedeli almaktaydı.

Özetle tarifi yapılan sınırlamanın en mühim sebebi toprağın fazla parçalara bölünüp vergi kontrolünün dışına çıkmasını, ayrıca köylünün ırgatlaşmasını önlemek içindi.

Miri arazi rejiminde köylü, bir çift öküzle işlenebilecek ve bir çiftçi ailesinin geçinmesine müsait çift ismi verilen bir bütünü veya yarısını timar sahibine, Haslarda Emin ve mültezime (devlet adına vergi toplayan bir tür müteahhit) tapu resmi( peşin kira) vererek kiralamış durumdadır. Toprağın verim kabiliyetine göre öşür adındaki vergiyi (1/10 dan 5/10’a kadar) aynen, ayrıca yıllık kira olarak da belli bir miktar parayı (çift akçesi) Devlet adına sipahi veya emine veya zaime vermeyi de kabul etmekteydi. Çiftçi toprağı devamlı olarak işlemekle yükümlü idi. Üç sene boş bırakacak olursa toprak sahibinin elinden alınarak tapu resmi ile başkasına verilebilmekteydi.

4-Timar Sisteminin Muhtevası

Osmanlı Devleti’nde geçimlerini veya hizmetlerine ait masrafları karşılamak üzere bir kısım asker ve memurlara, muayyen(belli) bölgelerden kendi nam ve hesaplarına tahsili yetkisi ile birlikte tahsis edilmiş olan vergi kaynaklarına ve bu arada bilhassa defter yazılarındaki senelik geliri 20,000 akçeye kadar olan askeri dirliklere timar adı verilirdi.

Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan’ın yaptığı bu tarif ile anılan timar tabiri daha  sonraları bir sistemin ismi olarak anılmaya başlamıştır.Yine Barkan’ın cümleleri ile ifade etmeye çalışırsak;

Para iktisadının yeterli derecede gelişmediği devirlerde büyük bir kısmı aynen mahsul olarak toplanmakta olan vergi gelirlerinin nakli, paraya çevrilmesi, merkezi bir devlet hazinesi halinde toplanarak oradan dağıtılması ve bu dağıtılacak maaşlarla vazife sahiplerinin bulundukları yerlerde geçimlerinin temini gibi işlerin güçlüğü karşısında, bütün bunlara ilaveten askeri ve siyasi diğer tarihi sebeplerle doğu ve batıda muhtelif şekillerde mevcut olmuş ve burada tatbik edilmiş olan benzeri usuller, Osmanlı Devletinde Tımarlı Sipahi denilen bir eyalet süvari ordusunun teşkilatlandırılmasında asırlar boyunca başarı ile kullanılmıştır.

Tımarlar gelir açısından üç kısma ayrılmaktadır:

Has: Geliri 100.000 akçeden fazla olan dirlikler olup daha çok padişah, vezir gibi yüksek kademedeki idarecilere tahsis edilen tımarlardı. Hasların göreve bağlı olarak verilmesi (memurlar için) ve mirasa konu olmaması servet birikimini engelleyen önemli bir kuraldı

Zeamet: Geliri 20.000-100.000 akçe arasındaki hem askeri, hem de de mali bir anlam

taşıyan dirliklerdi. Sahibine zaim denirdi. Ölüm halinde dirliğin kılıç adı verilen başlangıç kısmı mirasçıya kalabilmekteydi.

-Timar: Geliri 3.000-20.000 akçe arasındaki dirliklere verilen addı. Tımar sahibine sipahi adı verilmekteydi

Zaim ve Sipahinin dirliğinin başında bulunması icab etmekteydi

Timar sahibinin vazifesi itibariyle dirlikler üç kısma ayrılmaktaydı:

Eşkinci Timarlar: Bunların sahipleri (Sahib-i-arz) sefer zamanı sefere gitmek ve beraberinde cebeli denilen atlı asker götürmek mecburiyetinde idiler. Kılıç denilen sipahinin aylığı dışında kalan her 300 akçe için sipahibir cebelü besler. Zeamet ve has sahipleri ise her 5000 için bir cebelü beslerlerdi. Bu besleme tam teşekküllü askeri savaşa hazır halde tutup gerektiği zaman lazım olan yere göndermekti.

Kanuni Sultan Süleyman devrinde 1527-1528 yıllarında yapılan tahrirlere göre  toplam 537,929,006 akçe olan yıllık vergi gelirleri içinde Mısır hariç, Padişah hasları %39,9, zeamet ve tımarlar ise %49,8 nisbetinde idi. Vergi geliri temin eden 37,521 timardan 27,868’i eşkinci tımarı idi.

Mustahfız Timarları:Belli kaleleri korumak için tesis edilen timarlardı.

Hademe Timarları: Bunlar saraya ve bazı dini kurumlara belli hizmetler görmekle vazifeli olan tımarlardı

Ayrıca eşkincili mülkler ve mülk timarlar adıyla var olan ayrı bir statü daha vardı. Osmanlı devrinden evvelki dönemlerden intikal etmiş olan veya yeni fethedilen yerlerde devletin uygun gördüğü bazı soyluların ellerinde bu tip tımarlar bırakılmıştır. Bazı esneklikleri olan bu tımarlar zamanla klasik tımar sistemi içine çekilmişlerdir.

Tımarlar veriliş şekillerine göre ise; Tezkireli ve Tezkiresiz diye iki kısma ayrılırlar

Tezkireli Timarlar: Bu tip timarlar dağıtımları merkezden yapılan fakat bu iş için beylerbeyinin tezkeresine ihtiyaç duyulan tımarlardı. Rumeli, Şam, Halep, Diyarıbekir gibi bölgelerde 6000 akçeden, Kıbrıs’da 5000 akçeden, Rumeli’de ise 3000 akçeden yukarı usul uygulanırdı.

Tezkiresiz Timarlar:

Direkt olarak beylerbeyinin verebildiği timarlardı.

5-Feodal Rejim ve Osmanlı Timarı

Osmanlı toprak sistemi , kendi döneminde Avrupa’da hüküm süren ve genel olarak feodalite olarak ifade edilen sisteme ne kadar benziyordu?

Bu soru, Osmanlı ile ilgilenen tüm araştırmacıların ilgisini çekmiş, belli bir tarihi süreçte farklı coğrafyalarda hüküm sürmüş bu iki sistem mukayeseli olarak bir çok ilim adamı tarafından inceleme konusu olmuştur.

Feodalite rejiminde toprağın sahibi vassallar idi. Bir çok vassal içinde bir tanesi ise eşitler arasında birinci mantığı ile öne çıkarak derebeyi  ünvanı ile sistemin yöneticisi konumunda bulunuyordu. Bu sistem içinde vassal ve derebeyi kendi sınırları içinde hem toprağın hem de üzerinde yaşayan insanların mutlak sahibi konumunda idi. Bölgesinde, askeri, siyasi, hukuki her şey derebeyinden sorulurdu.

Batı’da uzunca bir tarih dilimi süresince hüküm sürmüş olan bir sistemi bir kaç cümle ile ifade etmek çok sağlıklı bir yaklaşım olmamakla birlikte, Osmanlı timarı ile mukayesede bir fikir vermesi açısından başvurduğumuz bu yoldan sonra Prof. Ömer Lütfü Barkan’ın ‘Osmanlı feodalitesi ‘ tezine cevap verebilmek amacıyla feodal rejimin senyör malikhaneleriyle Osmanlı timarını mukayese eden fikirlerini nakletmek istiyorum.

Tımarlı sipahi, bir kısım topraklarını kendi nam ve hesabına işleten ve bu maksatla idaresi altında bulunan köylülerin işgücünü angarya yükümlülükleriyle kullanan bir büyük çiftlik sahibi konumunda değildi. Osmanlı timar sisteminde ana özellik, feodal artıklara karşı savaş halinin , merkezin hakimiyetinin ulaştığı yörelerde şiddetle sürmesi ve bu unsurları mümkün olduğunca kaldırması olmuştur. Fakat uç bölgelerde ve karışıklık dönemlerinde derebeylik artığı uygulamalara rastlanmaktadır.

Timarlı sipahiler, kendileri için tahsis edilmiş olan arazi ve reayaya ait şer’i ve örfi bir takım hak ve resimleri kendi nam ve hesaplarına toplamakta idiler. Fakat bu husus onların harice karşı özerk ve kapalı bir muafiyet sahasına sahip olduklarını göstermemektedir. Çünkü batı derebeylik sistemlerinde görülmemiş ölçülerde merkezi otoritenin kontrolü mevcuttur. Yurdun neresinde olursa olsun merkez, koyun resmi, cizye gibi vergileri ve gerektiğinde extra bir vergi hüviyetindeki avarız akçelerini bizzat kendisi toplamakta idi.

Ayrıca sipahi, kadının hükmü olmadan hiç bir suça ceza verememekteydi.

Batı feodalizmindeki toprağa bağlılık prensibine benzetilen çift bozma akçesine gelince; çiftini bırakan çiftçiden sipahinin aldığı bir bedel olan bu ödeme, devletin o sipahiye hizmetleri karşılığı tahsis ettiği geliri azaltıcı bir durum olduğundan bir nevi tazminat mesabesinde olarak yorumlanmaktadır.

Osmanlı Tımar sisteminde ana mantık olarak çiftçi, kendisi, ailesi ve toprağı ile sipahisine ait bir mal değildir. O sadece miri hükmünde olan toprağı işleyerek, oradan kazandıklarından , o toprağı devlet adına idare eden ve buna karşılık birçok mükellefiyet altına giren sipahiye çeşitli vergiler ödeyen bir birimdir. Çiftini bozup o bölgeyi terketmesi durumunda vergilerini ödeyemeyecek, o vergileri alarak merkeze askeri temelli hizmetler üreten sipahi bu hizmetlerini eksik yapmak durumunda kalacaktır.

6-Timar Sisteminin Bozulması

Tımar Sistemi orjinal şeklini Osmanlı Döneminde bulmasına rağmen daha evvelki devrelerde de bu sisteme benzeyen uygulamalardan etkilendiği düşünülebilir. Selçuklularda uygulanan ve kökü Hz. Ömer’e kadar varan ikta sisteminin bazı farklılıkları olmakla birlikte Osmanlı timarına zemin teşkil ettiği söylenebilir. Bazı tarihçilere göre ise timar sistemi Bizans’ın pronoia sisteminin Osmanlı’ya uygulanmış şeklidir

Osmanlı timar sisteminin kendi öz yapısına kavuşmasında en büyük rol, 1. Murad’ın olmuştur. Zeamet’in teşekkülü ve intikali ile ilgili daha sonraları de devam edecek olan  birçok düzenleme bu padişah döneminde yapılmıştır. Fatih Sultan Mehmet devrinde ise toprak sisteminde çeşitli ıslahatlar yapılmıştır. Miri toprakların genişlemesini sağlayan bu ıslahat hareketleri 2. Bayezid zamanında belli ölçüde duraklamış hatta geriye bile gitmiştir.

Kanuni devri timar sisteminin son şeklini aldığı, bir yandan da bozulmaya başladığı bir devir olmuştur.

Osmanlı timar sistemi içerisinde önemli bir noktayı teşkil eden yerli bir asalet sınıfının ortaya çıkışını engelleme teşebbüsleri, merkeze karşı başka güçleri harekete geçirmiş ve Doğu’daki birçok huzursuzluklara da zemin hazırlamıştır. Eskiden tımar dağıtımında aranan babadan sipahilik (bey oğlu bey) ilkesi daha sonraları aranmaz olmuş, savaşlar ve şehzade mücadeleleri bu sınıfa reayadan çokça geçilmesine yol açmıştır.

Ayrıca yeniçerilerin kadro durumundan dolayı yüksek rütbelilerin ‘sancağa çıkma’ tabir edilerek dirlik almaları zamanla yaygınlaşmıştır. Bu durum Anadolu’da bazı yerlerde yerli beyler tarafından hoş karşılanmamış, türlü fırsatlardan yararlanarak kölelikten yetişme ve soyluluk özelliği olmayan kişilerin imtiyaz sahibi olmaları ve ölçüsüz davranışlarda bulunmaları hoşnutsuzlıkları arttırmıştır. Esasında bu durum birbirini tamamlayan aynı zamanda dengeleyen iki tür askeri sınıftan oluşan Osmanlı Askeri yapısının dengesini de bozan bir gelişmenin başlangıcı olmuştur.

Buna ilaveten Anadolu’da Safevi’lerin yanına giden beylerin sayısı artmış ayrıca çeşitli isyan hareketlerinde eski beylerin de aktif rol oynadıkları gözlenmiştir. 16. Asrın sonlarındaki büyük Celali isyanlarında , halinden memnun olmayan bir çok timar sahibinin de oynadığı rol , merkez ile yerli sipahi beylerinin karşılıklı güvensizliğini de beraberinde getirmiştir. Bu sebeple birçok Anadolu şehir ve kasabasına yasakçı ve korucu adıyla daha çok yeniçeri yerleştirilmesi lüzumu hissedilmiştir.

Timar sisteminin bozulması 3. Murat döneminde özellikle hız kazanmıştır. Ayni Ali Efendi’ye ait olduğu düşünülen bir risaleden alıntı yaparak zikreden Barkan, timar kayıtlarının çok karışık olmasını, savaş meydanlarında yoklamanın yapılamaz oluşunu ve boş kalan tımarların yüksek memurlar tarafından rüşvetle verilir olmasını, bozulma sebepleri arasında saymaktadır.

7-Koçi Bey’in Genel Bozulma ve Timar Sistemi  ile İlgili Tavsiyeleri

Devletin kötü gidişi ile ilgili tesbitlerini ve çözüm yollarını içeren layihalarını 4. Murad’a takdim eden Koçi Bey, bu padişah döneminde yapılan birçok ıslahat çalışmalarının da mimarı olmuştur.

Risalesinin başlangıcında Koçi Bey ana fikri şu cümlelerle ifade etmektedir:

Evvela padişah hazretlerinin malumu ola ki memleket ve millet düzeninin ve din ve devlet kaidelerinin pekiştirilmesinin çaresi, sağlam , Muhammed Şeriatına bağlanmaktır. Sonra alemlerin Rabb’inin bir emaneti olan reaya ve beraya (halkın harac ve teklif vermeyeni) nın halleriyle meşgul olup bilgisine göre hareket eden din bilginleri ve gaza yolunda canını feda eden mücahid gazileri, haklarında padişah hazretlerinin lütufları meydana gelip, her sınıfın iyiliği çok olanlarına riayet ve şerirlerine hakaretler reva görüle….’

Koçi Bey risalesinde özetle şu hususları zikretmektedir:

Sultan Süleyman Han gaziye gelinceye kadar sultanlar divan-ı hümayunda bizzat bulunurlardı. Fakat daha sonraki devirlerde bu çok önemli toplantılara katılmaz oldular. Vezirlerin kuvvetli olduğu devrelerde bu eksiklik hissedilmese de daha sonraları problemler ortaya çıkmaya başladı.

Vezir-i azamlık ulu bir makam olduğu için o makama gelen kişiler büyük bir hata işlemezlerse çok sık olarak değiştirilmemelidirler. Ayrıca eski devirlerde sancak beyleri, beylerbeyleri de çok sık değiştirilmezlerdi. Bu da otoritelerinin daha kuvvetli olmasını sağlardı.

Eski dönemlerde bu mevkide olanların işlerine hiç kimse karışmazdı. Padişah ile kendi aralarında olan işleri hiç kimse bilmezdi. Ne zaman ki padişah yakınları devlet işlerine karışır, padişahı etkilemeye başlar oldular, o zaman vezirler , mecburen Enderun halkına uyup hevalarına göre hareket eder oldular. Onlar da pek çok işe karışıp, kan pahasına nice yüzyıl evvel fetholunmuş köyleri bir yolunu bulup, kimini arpalık, kimini mülk olarak verdirdiler. Bu şekilde birçok timar ve zeamet verildi ve kılıç sahiplerinin dirlikleri kesildi.

Yani özetle,timar dağıtımında eski usullerden ayrılındı. Timarlar merkezdeki devlet adamlarının hizmetkar ve kölelerine dağıtılmaya başlandı.

Zeamet ve timar erbabı geçmiş devirlerde Devletin en büyük gücü idi. Onlar mükemmel iken yapılan gazalarda asla kapıkullarına ihtiyaç duyulmaz idi. Aralarında birtek yabancı yok idi. Hepsi ocak ve ocak-zadeler, baba ve dedelerinden kalma padişah dirliğine sahip kimselerdi.

Timar erbabı muhakkak sancaklarında otururlar, lazım olduklarında üç gün içinde lazım olan yerlere giderlerdi.

Eskiden, tezkireli timarlarda Beylerbeyi tezkere verirken bu usul değişti ve vezir tarafından verilir oldu. Haksızlık anında şikayet edilecek merci kalmadı.

Padişah hasları Şeriata aykırı olarak mülk edinildi. Rüstem Paşa zamanında toprakların bir kısmını iltizama verilmesi nedeniyle bu toprakların bir bölümü  yabancıların eline geçti.

Timar dağıtımında, daha sonraları ortaya çıkan bir usul olan, kapıkullarına dirlik verilmesinden  ziyade ocakzadelere ağırlık verilmesi sistemin özüne en uygun yoldur..Bu konuda ilk uygulama Özdemiroğlu Osman paşa zamanında M.1584 yılından sonra vuku bulmuştur.O devirden sonra şehir oğlanlarına, reaya kesimine de dirlik verilir olmuştu.

Bürokraside timar sahibi olan kişiler timar almışlar fakat savaş zamanı vecibelerini yerine getirmemişler, bu da ordunun gücünü azaltan bir durum ortaya çıkarmıştır.

Koçi Bey’in risalesinde dikkati çektiği bir diğer husus ise, Şeyhülislamlık makamına gelmiş kişilerin çok büyük bir vebal dışında azledilmemeleri gerektiğiydi. Eskiden uygulama bu şekilde idi ve fetva makamı padişaha karşı başı dik durumdaydı. Azil kapısı açıldıktan sonra bu makama gelen bir çok kişi tedirginlik yaşayarak fetvalarında bazı hatalara düştüler. Bu konudaki ilk uygulama M.1594 tarihinde Şeyhülislam Sunullah Efendi’nin birkaç defa yersiz olarak azlolunmasıdır.

Tabii bu husus ilmi hiyerarşi ve kalitenin eskisi gibi olmamamasıyla da alakalıydı. Yani bir bakıma hem sebep, hem de sonuçdu.

Devlet mekanizmasındaki bozulma her kesimde meydana geliyordu. Yeniçerilerde de M,1503 tarihinde Sultan Mehmet Han’ın düğünü dolayısıyla halkı eğlendiren kişilere yeniçeri ağasının muhalefetine rağmen yeniçerilik verilmişti. Her kesimdeki yozlaşma ancak eski usullere dönülerek düzeltilebilirdi.

Asker içinde ulufeli sayısının artması reayanın vergisinin de artmasını gerektiriyordu. Bu husus zamanla reayanın fakirleşmesine ve rahatsızlanmasına sebebiyet verdi. ‘Oysa eskiden padişahlar altı-bölük halkını yeniçeri ocağı ile, yeniçeri taifesini altı-bölük halkı ile ve bu iki taifeyi de zeamat ve tımar askeri ile zaptederdi. Zeamet ve timar evvelce olduğu gibi tamamlansa, ulufeli de mümkün olduğu kadar azaltılsa, Allah’ın izniyle alem düzene girer’

Genel düşüncesini bu cümlelerle ifade eden Koçi Bey’e göre en önemli nokta eski usullere dönmek ve sistemi buna göre yeniden ele almaktı.  Koçi Bey’in layihaları 4. Murad üzerinde tesirli olmuş ve bunlara uygun icraatlar yapılmıştır.

8-Bozulmanın Diğer Sebepleri ve Süreci

Fakat sistemin tümünde ve bunun bir alt unsuru olan toprak sistemindeki bozulmada başka amiller de vardı Mesela fetih gelirleri azalmaktaydı. Özellikle nüfüs artışı 16. yüzyılda fazlalaşmıştı. Karlofça anlaşmasından sonra ortaya çıkan İstanbul’a doğru köylü akını birçok probleme sebep olmuştu.Yapı değişimini verdiği rahatsızlık Celali isyanları türü büyük sosyal patlamalara sebep olmaktaydı

Dış olaylar arasında Amerika’nın keşfi önemli bir gelişme olarak dünya dengelerini etkilemekteydi. Merkantalizm ile gelen yüksek enflasyon ülke ekonomisini menfi tarzda etkilemekteydi Ülkede metal darlığı hissedilmekteydi.

Denizcilik imkanlarının gelişmesi ile birlikte su yollarının keşfi transit ticaret yollarının da değişmesini beraberinde getiriyordu . Kıtaların arasında kavşak noktada olan Osmanlı mülkü üzerinde cereyan eden ticari hareketliliğin bir bölümü deniz yollarına ve başka alanlara kaymaktaydı. Bu husus genel gelirde düşüklükler meydana getirdi.Osmanlı idarecileri bu değişimleri ya yeterince göremiyor veya görseler de aldıkları tedbirler çözüm için yeterli olamıyordu.

Köprülüler devrinde müsadereye gidilmesine rağmen mukataadan malikane yapısına doğru geçiş başlamıştı. Bozulmakta olan devlet hazinesini biraz olsun hafifletmek için tımar gelirlerini hazineye aktarmak gibi bir uygulama başlatıldı. Buna misal olarak 1715 yılında sefere katılmayan Erzurum sipahilerinden , mevcut 5279 tımardan 2119’u hazineye aktarılmıştır.Bu aktarma işinde Ö.L.Barkan’ın tesbitlerine göre buhran genelde küçük tımar sahipleri arasındadır. Çünkü el konulan tımarların %76’sı 3000 akçeyi geçmeyen tımarlardı.

El konulan tımarların mültezime verilmesi ve bu kişilerin halka kötü davranmaları zamanla başka problemler doğurmuştur. Bu süreç tımar sisteminden iltizam sistemine geçişteki başlangıç devrelerini oluşturmaktadır.

18.Yüzyıl’da diğer bir oluşum da ayan adı verilen kişilerin etkilerinin artmaya başlamasıdır. 1682 Osmanlı-Avusturya ve 1768 Osmanlı – Rus savaşlarında güç duruma düşen maliyenin ayanlara malikane arazi vermesi bu kişilerin güçlerinin artmasına sebep olmuştur. Bu süreç 1808’deki Sened-i-İttifak hadisesine kadar gelmiş ve padişah adına vezir-i azam, ayanlarla karşılıklı anlaşma imzalamıştır. Gerçi Batı tarihinde önemli bir yer tutan ve feodal beylerin gücünü ifade eden  Magna -Carta anlaşmasına benzetilen bu hadise mahiyet olarak çok büyük farklılıklar gösterse de yine de ayanların sistem içindeki önemli yeri hususunda ipucu vermektedir.

Osmanlı toprak sisteminin klasik devredeki mühim unsurlarından ve temel direklerinden Tımarlar, 1812 yılından itibaren mahlul oldukça verilmemeye başlamıştı.Timarlı sipahilerin bir bölümü bir dönem zaptiye hizmetlerinde kullanıldı. Bazıları da kale topçuluğu gibi vazifelere getirildi. Gelişen zaman içinde Asakir-i Mansure-i Muhammediyye içerisinde  süvari olarak da istihdam edilen timarlı sipahiler yeni timarlar da verilmediği için son kalıntılarının tükenmesi ile tarih sahnesinden sessizce silindiler.

9-Tanzimat ve Toprak Sistemi

Umumiyetle kabul edilen fikre göre Tanzimat ile birlikte tımar sistemi ortadan kaldırıldığından, bu tarihten 1847’ye kadar kısmen sipahiler ve kısmen de mültezimler, bu tarihten sonra da münhasıran mültezim ve muhassıllar vergileri toplamışlardır (miri araziyi tefviz etmişlerdir).

1840 yılında yurdun her yerinde aşar vergisinin  (öşür) 1/10 olmasına karar verilmiştir.Toprağın verimlilik durumu , iklim özellikleri gibi etkenler göz ardı edilerek alınan bu karar hem hazineye zarar vermiş hem de halk açısından zulüm ve eşitsizlik doğurmuştur.

1858 yılında Ahmet Cevdet ve Mehmed Rüşdü Paşalar ile Arif ve Tahsin Beylerden kurulu bir heyet tercümeye başvurmadan eski kanunnameler, fetvalar ve örfden hareketle bir kanunname hazırladılar. Bu kodlama çalışması tamamen yeni bir hareket olarak tarihteki yerini almıştır.

1858 Arazi Kanunnamesinde, miri topraklar gene devlet elinde kalmış, dirlik sahiplerine ait bütün haklar da devletin eline verilmiştir. Devlet denetim görevini memur ve mültezimlere vermiştir. Arazi kanunnamesinden sonra iç ve dış baskılar sonucu miri arazinin çeşitli yollarla mülk haline geçişi önlenememiştir.

Arazi Kanunnamesinden sonra meydana gelen en önemli hadise yüzyıllardan beri Osmanlı ülkesinde mülk edinemeyen yabancıların 1867 ‘de Hicaz vilayeti dışında mülk edinme hakkını almaları olmuştur.

Bu kanunname Cumhuriyet Dönemine kadar yürürlükte kalmış ve bu sürede ise uygulamada istenen başarıya ulaşılamamıştır.

Yararlanılan Kaynaklar:

AKDAĞ, Mustafa,  ‘Celali İsyanları (1550-1603)’, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, 1963

DENY, J., Encyclopedia de l’Islam, Tımar maddesi c.4. s.808.

OKUMUŞ, Ejder, ‘ İbn Haldun ve Osmanlı’da Çöküş Çalışmaları’, Divan Dergisi 1999/1, İstanbul, 1999 , s.207

BARKAN, Ömer Lütfü , ‘Türkiye’de Toprak Meselesi ‘ İstanbul: Gözlem Yayınları, 1980

DANIŞMAN, Zuhuri ,(Sadeleştiren), ‘Koçi Bey Risalesi’, İstanbul: MEB Yayınları, 1993

CİN, Halil , ‘Osmanlı Toprak Düzeni ve Bu Düzenin Bozulması’, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara ,1978

AKDAĞ, Mustafa,  ‘Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi’  İstanbul: Tekin Yayınevi,1979.

Erhan Erken

MÜSİAD ÇERÇEVE DERGİSİ OSMANLI ÖZEL SAYISI 2000

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir