SAHİP OLMAK MI, YOKSA OLMAK MI?

Geçenlerde evde kütüphanemi karıştırırken eskiden çok severek okuduğum ve onun içinden bazı örnekleri bir çok yerde paylaştığım bir kitap yeniden  gözüme takıldı.

Kitabın adı;  TO HAVE OR TO BE yani SAHİP OLMAK VEYA OLMAK.

Muhtemelen birçoğunuz bu kitabı duymuş ve belki de okumuşsunuzdur.

Yazarı: Erich Fromm, Yahudi kökenli, Almanya doğumlu, Amerikalı ünlü bir psikanalist, sosyolog ve filozof

Batı kapitalizmine de Rusya’daki Marksist yapıya da muhalif görüşler ileri sürmüş bir kişi. 1900 ile 1980 arasında yaşamış ve geriye ilginç eserler bırakmış.

Erich Fromm kitabında “sahip olmak” ve “olmak” kavramları çerçevesinde üç örnek şiire yer vermiş

Bu üç şiirlerde de nedense  ÇİÇEK VE O ÇİÇEĞE YAKLAŞIM üzerinde duruluyor

İlk örnekte, Tennyson 19.yy’da yaşamış bir İngiliz şair. Bakın bu şiirde beğendiği bir çiçeğe nasıl yaklaşıyor?

Çatlak duvarlar arasındaki güzel çiçek

Seni o çatlakların arasından alacağım

Tüm köklerinle birlikte elimde tutacağım

Küçük çiçek, eğer anladığım gibi ise her şey

Köklerin, yaprakların ve çiçeklerinle bir bütün olan sen,

Tanrı’nın ve insanın ne olduğunu açıklıyorsun bana

Burada şair çiçeği görünce ona sahip olmak istiyor. Onu yerinden koparmak ve kökleriyle eline almak istiyor. Burada fark edildiği üzere çiçeği düşünmüyor, sadece kendi zevkini ve hazzını düşünüyor

İkinci örneğimizdeki mısraları kalem aşan Basho ise 17.yy’da yaşamış bir Japon şairi.

Dikkatlice bakacak olursam

Çalılıklar arasında görüyorum onları

Çiçek açan nazuna’ları!

……..

Japon şairi burada çiçeği görüyor ve ona hayran oluyor. Onu bulunduğu yerde seyretmeyi yeterli görüyor. Koparıp eline almıyor. Çiçeği yerinden etmeyi düşünmüyor. Sadece seyretmekten zevk alıyor Onun varlığına saygı gösteriyor.

Bu da Alman edebiyatçı Goethe’den bir çiçek şiiri

Ormanda yürüyordum

Öylesine ve kendimce

Ve hiçbir şeyi aramamak

İşte buydu niyetim

Sonra gölgeler arasında

Bir çiçek gördüm

Yıldız gibi parıldayan

Bir göz gibi gülümseyen

Yerinden koparmak isterken onu

İncecikten bana

Solup ölmemi mi istiyorsun?

Tutup kopararak beni deyiverdi.

Onu kökleriyle birlikte

Hiç incitmeden çıkarıp

Güzel evin başındaki

Büyük bahçeye taşıdım

Büyük sakin bahçede

Ektim onu yeniden

Şimdi o küçük güzel çiçek

Büyüyor durmadan çiçek açıp gülerek.

Burada sahip olmak isteği var. Bu istekle birlikte çiçeğin varlığına saygı duyan bir düşüncenin varlığı da görülüyor… İkisi ortası bir durum

Belki orta yol: Hem sahip olmak hem de olmak aynı zamanda tahakkuk ediyor. Tabii ideali belki Japon’un yaklaşımı ama Goethe’nin tarzına da kapı açık bırakılabilir…

Şiirlerde görüldüğü gibi; Güzel bir çiçeği gördüğümüzde içimizde ona karşı sevgi oluşabilmelidir. İnsan olmanın gereği bu değil midir?

Sahip olmak” güdüsüyle harekete geçen bir insan onu koparıp saklamaya çalışırsa çiçeğin varlığına zarar vermiş olur. Birinci örnek işte bize bu hali anlatmaya çalışıyor..

Ancak “olmak” güdüsüyle hareket eden insan çiçeğin varlığından dolayı içinde inanılmaz sevinç duyar ve onun varlığıyla kendi benliği sanki bir bütünmüşçesine sever çiçeği.

Mühim olan başka varlıkların yaşamasından dolayı duyulan mutluluktur. İkinci ve üçüncü şiirde işte bu olmak ile ilgili halet-i ruhiyeyi görüyoruz…

Erich. Fromm burada şu nokta üzerinde duruyor ki ona hak vermemek elde değil: Çağımız insanı kendisini, “olduğu gibi” değil sahip olduklarıyla hatta sahip de olmayıp nerdeyse doğrudan tükettikleriyle tanımlamaktadır.

Bugün artık bir şeylere sahip olmak, onları kendi zevki, hazzı veya çıkarı için kullanmak ve TÜKETMEK İSTEĞİ neredeyse en önemli hedef haline gelmiştir

Burada şu soruyu sormak bence anlamlı olur. İnsanın ihtiyacı kadarına sahip olması ve gerektiği kadar kullanması ( harcaması) daha iyi değil midir?    

Çağımız insanının gerçek anlamda insan olarak yaşaması için “sahip olmak” merkezli bir yaşamdan “olmak” merkezli bir anlayışa geçmesi daha iyi olmaz mı?

Olmak” ilkesinden kasıt insanın yaşamla aktif bağlantıya geçmesi ve her şeye kendi gerçek benliğini vererek yaşayabilmesidir. Yani yaptığı eylemle “bir olabilme” becerisidir…

Mala, mülke, şöhrete, insana, bilgiye, ‘sahip olmak’ demek,

Onları ele geçirmek, kendine mal etmek, onlara egemen olmak,  dilediğince ve hesapsızca  kullanmaktır.

Sahip olmak tamamen kötü bir şey midir? O da doğru değil elbette.

Ama bu mülkiyet ve sahiplik duygusunu sadece kendi çıkarı için, karşısındakilerin halini, varlığını, özgürlüğünü, insanlığını ve hakkını düşünmeden kullanmak, insanı insanlıktan çıkarır, onu başka bir şey yapar…

Sahip olmak’ın karşıtı olan ‘Olmak’ ise,

Her şeyi kendi bütünlüğü, canlılığı ve kendi gelişimi içinde sevmek, kişinin herkeste (değişik oranlarda) var olan özelliklerini ve insancıl zenginliklerini değerlendirerek, onları geliştirmesi demektir.

Kendini yenileştirmek, geliştirmek, sevmek, benliğin dar sınırlarını aşarak diğer insanlara yönelmek, onlarla iş birliğine gitmek ve vermek demektir.

Sahip olmak ve olmak kavramlarına farklı noktalardan bakarak bazı açılımlar sağlayabiliriz:

Örnek olarak otorite ve güç açısından baktığımızda şunları görebilmemiz mümkündür

Sahip olanların otoritesi, fiziksel bir güce dayanır. Bu güç yok olduğunda otorite de son bulur. Bu tür bir otorite hiç de verimli bir otorite ve güç kullanım şekli değildir. İnsanların üniformalar ve unvanları, kişiye yetki veren kaliteler olarak kabul etmeleri kişiler arasında sıhhatli olmayan bir ilişki şeklini doğurur

Olmak ilkesine dayanan bir otorite ise tehdide, rüşvete, emir vermeye değil gelişmiş kişiliğe bağlıdır.

Bizler bugün farklı farklı derecelerde de olsa belli otoritelere ve göreceli olarak güçlere sahip değil miyiz? Bu nokta sanki tam bizlere hitap ediyor. Burada kendi durumlarımızı samimiyetle değerlendirmek mecburiyetindeyiz

Diğer bir örneği sevmek konusunda verebiliriz…

Sahip olmak türünde sevgi, karşısındakini çok da düşünmeden onu elde etmek ister. Karşısındakini bir şekilde kendi denetimi altında tutmaya çalışır. Bu tür bir sevgi muhatabına hayat vermek yerine onu boğucu, engelleyici ve kısırlaştırıcı bir eylem haline dönüşebilir.

 “Olmak” tarzındaki sevgide ise seven kişi kendisi kadar hatta kendinden daha fazla karşısındakinin duygularını düşünür. Hakiki sevgi belki daha çok vermektir, almak değildir.

Bir şeylere ya da pek çok şeye sahip olmak, yaşamamızın tek gayesi olmamalıdır. Esas olan bir şeylerin kendimize ait olması değil o şeylerin hayat içinde anlamlı izler olarak yer alabilmesidir.

Bir insanı mutlu eden, belki ona kendini hatırlatan bir söz, bir gülümseme veya bir selamdır. Başkalarının hayatını anlamlandıracak bir dokunuş insanlığa bırakılacak anlamlı bir eserdir ve kalıcı bir izdir.

Bu izler ve nakışlar insanları hakikaten var kılar…..

Sahip olmak’ güdüsünden kendimizi kurtarabildiğimiz ölçüde ‘olmak’ ilkesine yaklaşabiliriz.

Özetle ‘olmak’ için, ‘ben’ tutkusundan ve her şeyi kendi benliğimizin, kendi çıkarlarımızın açısından değerlendirmekten sıyrılmak zorundayız.

Sadece hazlarımız peşinde koşmak; kendi dışımızdakilerin hayat, mülkiyet, özgürlük haklarını hiçe sayıp bunları sadece kendimize doğru döndürmeye çalışmak, insana belki kısa dönemli bir haz, bir zevk verebilir.

Ama insan olmak bu mudur?

İnsanoğlunun yaradılışımıza uygun yüksek duygulara sahip insan olmasını özetle şu şekilde ifade edebiliriz ;

İnsan olabilmek kendi dışımızdaki varlıkları da düşünebilmek, paylaşabilmeyi bilebilmek, kendimizden sonra da verebildiklerimizle bu dünyada daha kalıcı bir iz bırakabilmektir. Peşinden koşulması gereken değerler herhalde bunlar olmalıdır.

İşte o zaman insan yaratışındaki o güzelliğe yaklaşır, değeri yükselir ve yükseldikçe de kamil insan olur. Yoksa maazallah hayvanlaşabilir hatta hayvanlardan bile daha aşağı seviyelere düşebilir. Birbirini acımasızca sömürür, zulmeder ve her türlü kötülüğü yapar. Dünya tarihi bu tür çok fazla örnekle doludur.

Bu konuya Şeyh Galip’in meşhur mısralarını son vermek istiyorum

1700’lerin sonunda yaşamış olan Merhum Şeyh Galip şöyle demişti?

“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”

“Ey insan evladı! Kendine saygıyla/hürmetle yaklaş;

Çünkü sen kâinatta yaratılmışların özü/göz bebeği olan insansın.”

İnşallah yeni yüzyılda bu kalitede insanlar olarak hem kendimiz hem de insanlık alemi için güzel örnekler oluşturabiliriz…

*Bu yazı 12 Ocak 2023 tarihinde İTO Meclisinin başlangıcında yapılan konuşmadan uyarlanarak kaleme alınmıştır. Bu yazının hazırlanması sırasında Prof. Dr. Nihat Alayoğlu’nun benzer bir çalışmasındaki notlarından da istifade edilmiştir.

SİYASETNAMELERLE ŞEKİLLENEN SİYASET

Siyaset en geniş anlamıyla yöneten ve yönetilenler arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi olarak tanımlanmaktadır. Adil hükümdarlar, tecrübeli devlet adamları, bilgi ve hikmet sahipleri siyaseti, daha erdemli bir topluma erişme sanatı olarak görmüşlerdir.

Tarihimizde siyaset adamlarına ve hükümdarlara yönelik olarak devrin ilim adamları tarafından siyasetname adıyla bilinen metinler kalem alınmıştır. Bu belgeler içinde siyasi düşünce ve uygulamalara yönelik olarak çeşitli tavsiyeler, nasihatler yer almıştır. Mesela bu siyasetnameler içinde en meşhurlardan biri olan Koçi bey risalesi Dördüncü Murad’a hitaben kaleme alınmıştır.

Büyük ilim adamı İbn-i Teymiyye’nin de bu tarz bir eseri meşhurdur. İmam-ı Gazali’nin Nasihatü’l Mülük adlı eseri de bu kabildendir. Mesela İtalyan Machiavelli’nin kitabı da bu kabil bir siyasetnamenin batılı versiyonudur.

Eski Başbakanlık Müsteşarı ve çeşitli bakanlıklarda vazife almış olan Prof. Dr. Ömer Dinçer beyin  siyasi alandaki görünür işlevleri yanında diğer önemli bir yönü de İşletme hocası olmasıdır. Ömer hoca 2018 yılında bir kitap yayınladı. Bu kitapta bizim tarihimizdeki 45 siyasetnameyi incelemiş. Kitabın adı: Siyasetnameleri Yeniden Okumak.

Bu yazımızda sizlere bu kitaptan bazı bölümleri kısaca nakletmek istiyorum:

Ömer Dinçer’in incelediği bu 45 siyasetnamede gördüğü ve kitapta da altını çizerek naklettiği bir husus var: Siyasetnamelerde politika ve yönetim hiçbir zaman ahlaktan ayrı düşünülmemiştir. Bu anlamda siyasetnameler aynı zamanda birer ahlak kitabıdır. Bu kitaplarda öne çıkan en önemli konu da ERDEMLİLİK olmuştur. İbn-i Teymiye erdemliliği emanet (güvenilirlik) olarak vasıflandırmıştır. Şeyzeri adlı alim buna edep demiştir. Yusuf Has Hacip ise haya ve utanma duygusu olarak açıklamıştır…

Kınalızade Ali Efendi erdemi ‘eşyayı layıkı ne ise öyle bilmek, ef’ali ( yani fiilleri, eylemleri) layıkı ne ise öyle kılmaktır. ( yapmaktır.)  diye tanımlamıştır. (Dinçer 2018, s.47)

Siyasetnamelerde liderlerin, siyasi yöneticilerin sahip olması gereken özellikler zinciri bir çok yerde küçük farklılıklar gösterse de genelde şu temel başlıklarla anlatılmıştır.

AKIL, BİLGİ, GÜZEL AHLAK,(EDEP) CESARET, DOĞRULUK, SİYASET VE ADALET

Bu çember öncelikle akıl ile başlıyor, bilgi ile aydınlanıyor, edeple güzelleşiyor, cesaretle güçleniyor, ve istikamet buluyor son olarak da gayretle süreklilik kazanıyor.

Doğru siyaseti seçmek için akla, siyaseti doğru yapmak için bilgiye, yapılan siyasetin halk tarafından kabul edilmesi için ahlak ölçülerine uymak gerekir. Hükümdarın doğru ve samimi olması ise ADALETİ sağlar. Adalet aklın gereğidir. Yusuf Has Hacip dermiş ki. ADALET beyle ( yönetici ile) halk arasında uyumu sağlar

Yöneticinin edepli olabilmesi için gerek şart onun bilgi sahibi olması yani işinin gereği olan bilgiyle donanmış olmasıdır. Aynı zamanda kendi nefsi arzularına uyup dilediğini yani her istediğini de de yapmaması gerekir.

Orhun Abidelerinde de lider için şu vasıflardan bahsedilmektedir:

Lider (bey) bilgili, töreye bağlı, doğru ve cesur olmalıdır.

Kutadgu Bilig ise liderin altı vasfı olmalıdır der. Adalet, doğruluk, iyilik, erdem (akıl ve bilgi) cesaret ve haya

Görüldüğü gibi birçok özellik farklı farklı metinlerde ortak olarak ele alınmıştır.

AHLAKLI olmanın yanında diğer önem verilen nokta ise sizin de dikkatinizi çekmiş olduğunu düşündüğüm ADALET

Bu noktada birkaç cümle ile Adalet Dairesi üzerinde durmak istiyorum.

Adalet dairesi bir ülkede iktidarın devamın sağlayan fonksiyonlardan oluşan bir dairedir. Bu dairenin amacı devlet ve toplum düzeninde birlik, refah ve sürekliliğin sağlanmasıdır.

Yunanlı düşünür Aristotales Adalet dairesinden ilk defa bahseden kişi olarak ifade edilir. Şöyle der:

Alem bir bahçedir, çifti (duvarı) devlettir. Devlet iktidardır onun koruyucusu kanundur. Kanun siyasettir. Yürütücüsü hükümettir. Hükümdar bir tür çobandır, destekçisi ordudur. Orduyu geçindiren Maldır. Mal rızıktır ve bunu biriktiren ise Halktır. Halkı yönetime itaat ettiren ise ADALETTİR.

Siyasetnamelerde adalet halkın üzerinden zulmü kaldırmak, güçlünün zayıfı ezmesine meydan vermemek, tebaanın (halkın) can ve malını güven altında tutmak şeklinde tanımlanmaktadır

Aristotales’in adalet dairesinden hareketle Kınalızade’nin de detaylı bir Adalet dairesi tarifi vardır:

Adl’dir mucibi salah-ı cihan (Adâlettir dünya düzen ve kurtuluşunu sağlayan)

Cihan bir bağdır dıvarı devlet (Dünya bir bahçedir, duvarı devlet)

Devletin nazımı Şeriattır (Devletin nizamını kuran Şeriattır)

Şeriata olamaz hiç haris illa Melik (Mülk) (Allah kanunu ancak saltanat ile korunur).

Melik zapt eyleyemez illa Leşker (asker) (Saltanat, ancak ordu ile zaptedilir)

Leşkeri cem edemez illa Mal (Ordu , ancak mal ile toplanır ve ayakta kalır)

Malı cem eyleyen Raiyettir ( Reayadır Halktır). (Malı sağlayan  halktır)

Raiyyeti kul eder padişah-ı aleme Adl. Halkı Cihan Padişahının idaresi altında tutan da ancak adalettir ) ( Dinçer 2018, s51)

Bu metni günümüz anlayışı ile şöyle de çevirebiliriz

Dünyanın kurtuluşu için adalet gereklidir

Dünya bir bahçedir ki onun duvarı Devlet mekanizmasıdır

Devletin nizamını sağlayan hukuktur

Hukuk ancak siyasi bir sistem ile işler hale gelir

Siyasi sistemin bekası için askeri ve güvenlik gücü çok önemlidir

Bu sistemi kurmak için illa ciddi bir gelir kaynağı gerekir

Bu gelir kaynağını sağlayan Halktır

Halkı siyasi sisteme bağlı hale getirecek yegane güç ise Adalettir.

Siyasetnamelerde tavsiye edilen önemli nokta şu ki: siyasi düşünce iki merkezi kavram etrafında şekillenmelidir. Bunlar birbirlerinden ayrılmaz. Bunlar: Birbirlerinin üzerine kurgulanması gereken Siyaset ve Ahlaktır.

Ahlaka dayalı bir siyaset anlayışı da o ülkede Adaletli bir düzenin tesis edilmesini sağlar.

14 ve 28 Mayıs tarihlerinde Türk milleti olarak sandığa gidip hem Cumhurbaşkanını hem de parlamento için vekilleri seçtik. İnşallah bu seçim sonrasında Ahlak ve Erdemlilik üzerine oturan bir siyasetin oluşması mümkün olur. Hem seçilenlerin hem de seçenlerin bu konuda ellerinden gelen gayreti göstermeleri gerekir ki arzu edilen bu netice tahakkuk edebilsin.

Allah hakkımızda hayırlısını nasip etsin

  • Bu metin 13 Nisan 2023 tarihinde İTO Meclisi’nin açılış konuşmasında kullanılmak üzere kalem alınmıştır. Erhan Çardaklı bey ve grafikleri hazırlayan arkadaşlara da katkılarından dolayı teşekkür ederim

Dinçer Ö; Siyasetnameleri Yeniden Okumak, Klasik Yayınları, İstanbul, 2018

FÜTÜVVET RUHU

1980’li yıllarla birlikte Küreselleşme kavramı dünyada yeni bir boyuta ulaşmaya başladı. Dünyanın bir noktasında meydana gelen bir gelişmenin çok kısa bir sürede başka alanlara da yayılabilmesi için her geçen gün imkânlar daha da artıyor, dolayısıyla dolaşımın hızı da artıyor.

Bunun da ötesinde 2000’li yıllarda dijitalleşmenin ulaştığı nokta adeta baş döndürücü bir seviyeye geldi. Tabii bu süreç de küreselleşmenin tesiriyle orantılı olarak çok hızlı bir şekilde gelişerek devam ediyor.

Eğitim, sağlık, finans, ulaşım, imalat ve özellikle günlük yaşantımızı her geçen gün daha fazla etkileyen alanlarda bunu yaşıyoruz.

Ülkemiz gibi dinamik bir ekonomiye sahip, uyum yeteneği ve gelişim kapasitesi güçlü bir ekonominin de bir an önce dijital dönüşüme ayak uydurması gerekiyor. Bu alanda bugüne kadar önemli mesafeler kaydedildi. İnşallah artarak devam eder.

Tabii bu çok dinamik bir süreç. Ortaya çıkan her yeniliğe adapte olabilmek hatta olabilecek olanları da öngörebilmek bu çerçevede ciddi önem taşıyor.

Türkiye’yi 5G ile birlikte devasa bir Nesnelerin İnterneti ( Internet of Things) , dönemi bekliyor. Hatta bu dönemin içine girmiş de sayılabiliriz…

Son yıllarda aşina olduğumuz bir diğer kavram da malum Endüstri 4.0. Endüstri 4.0 temel olarak Bilişim Teknolojileri ile Endüstriyi bir araya getirmeyi hedefliyor.

Ardından da 6G geliyor. Ve Çin 5G mobil iletişim teknolojisinden 100 kat daha hızlı olacak 6G’yi, 2030 yılında kullanmaya başlayacak.

Bir de yıllık geliri 1 trilyon dolara ulaşacak ‘Metaverse’ dünyası var. Bunda da katılımcı değil ev sahibi olarak yer almamız gerekiyor. İnşallah başarırız..

Dünyanın ilk 20 ekonomisi içindeki Türkiye bütün sektörlerde gelişmeleri takip ediyor ve ekonomisini şekillendiriyor.

Biz de iş dünyası olarak bu gelişmelere ayak uydurmak hatta belki de yön verebilmek ve bu çerçevede de dünya ekonomisi içinde anlamlı bir yer alabilmek için gayret gösteriyoruz.

Tüm bu gelişmeler ve her gün sürekli duyduğumuz bu sihirli kelimeler, esasında yüzyıllardır bildiğimiz ve aşina olduğumuz bir kavram ile çok yakından ilgili.

Nedir o? LOKMA MÜCADELESİ. Ve bu mücadelenin niteliği; toplumların yapısını, girdaplarını ve insanî değerlerini belirliyor

MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMİ’NİN bir sözü var; Lokma mücadelesini çok güzel anlatır:

“İnsanın nurunu ve kemâlini arttıran lokma,

Helal kazanılmış lokmadır.

Bir lokmanın içinde eğer

Hile ve kıskançlık görürsen

O lokmadan gaflet ve cehalet doğarsa

Bilesin ki haramdır o lokma.

İlim, hikmet, aşk ve şefkat doğarsa

Bilesin ki helâldir o lokma.

Lokma bir tohumdur, meyvesi düşüncedir

Lokma bir denizdir, incisi endişedir

Helâl lokma, ruhta ibâdet meyli doğurur.”……

Biz başta buna “lokma mücadelesi” demiştik ama HZ MEVLANA bu işe insan kemâlâtını inşa eden ilim, hikmet, aşk ve şefkat ile gaflet ve cehalet mücadelesi olarak görüyor.

Bunun için bir toplumda maddi refah artarken manevi değerlerin zayıfladığı hissediliyorsa aslında bu, mücadelenin gaflet ve cehalet tarafının ağırlık basmaya başladığının bir göstergesidir. Peki böylesi bir durumda refahın ne kadar değeri vardır?

Bu hususa her daim özel bir dikkat gösterilmesi şarttır

Bizim ait olduğumuz medeniyette  ilim, hikmet ve şefkat toplumunun oluşması için esnafların, tüccarların yani iş insanlarının çok etkin rol almaları gerektiğini bizlere öğütlüyor.

İş hayatı içindeki insanlarımızın çalışmalarında ahlâkî kurallara riayet etmeleri, ticareti bir iyilik seferberliği, çarşı- pazarı ise sevgi ve dürüstlük ile toplumu ayağa kaldırma mücadelesi olarak görmelerinin önemini her daim vurgulamamız gerekiyor.

Bunun için sevgi, saygı, hoşgörü, güven, paylaşma gibi temel değerlerimizin yeniden inşa ve ihya edilmesi hepimize düşen önemli bir sorumluluk.

Ve bu sorumluluk her kesimin omuz vermesi gereken önemli bir yüktür. Esasında bu zoraki değil keyifli bir yük olarak değerlendirilmeli

Tarihimizin belli dönemlerinde bu güzellikler nasıl gerçekleştirilmiş diye baktığımızda ise önümüze daha önceki aylarda yine bir meclis toplantısında bahsettiğimiz siyasetnâmeler ile bu hafta kısaca bahsetmeyi düşündüğümüz fütüvvetnâmeler çıkıyor.

Fetâ, sözlükte “genç, yiğit, cömert”, fütüvvet ise “gençlik, kahramanlık, cömertlik” anlamlarına gelmektedir.

İlk olarak 1000’li yılların başlarında yazılmış olan Fütüvvetnâmeler, insanlara ve özellikle gençlere; meslek, meşrep ve ibadet eğitimi vererek onları sosyal hayata hazırlamak üzere kaleme alınmışlar.

Allah’ın rızasını kazanmak ve geçimlerini helâl yoldan temin edebilmek için belirli bir disiplin altında yetişen bu insanlar, Anadolu irfanının sonraki nesillere başarıyla aktarılmasına vesile olmuşlar.

Fütüvvetnâmelerde işlenen konuların, birçok yönden günümüz modern toplumlarının hem maddi hem de manevi  ihtiyaçlarına cevap verebilecek nitelikte olduğunu görmekteyiz..

Abbasi halifesi Nâsır li-Dinillah tarafından yeni bir şekil verilen fütüvvet teşkilatının Anadolu’daki kolu ise Ahilik olarak biliniyor.

Tarihe dikkatli bir gözle bakanlar, Ahiliğin kurucusu Ahi Evran’ın kişiliğinden ve hoşgörü ile yoğrulmuş ticari ahlak anlayışından büyük dersler çıkaracaklardır.

Çok bilinen bir tekerleme ile;

‘Elini, sofranı, kapını açık; gözünü, dilini, belini bağlı tut ( veya kapalı tut)’ sözünde büyük manalar saklıdır.

Ahîlik teşkilatı, yüzyıllar boyunca esnaf ve sanatkârlara yön vermiş, onların işleyişini düzenlemiştir.

Adaleti, verimliliği ve dayanışmayı temsil etmiştir.

Aynı zamanda çalışma kültürü ve iş ahlakının; doğruluğun, kardeşliğin, yardımseverliğin adı olmuştur.

Bütün güzel meziyetlerin birleştiği sosyo-ekonomik bir düzenin adı olarak günümüze kadar gelmiştir.

Ahilerin kurdukları teşkilat bir bakıma bugünkü Esnaf Odaları, Ticaret Odaları, Sanayi Odaları gibi kurum ve kuruluşların adeta temelini teşkil eder.

İşte bizler yani ticaret odaları mensupları bu geleneğin günümüzdeki temsilcileriyiz.

Malumunuz olduğu üzere 1800’lü yılların ikinci döneminde ahiliğin bir tür devamı olan loncaların fonksiyonunu kaybetmesi ile onların yerine organizasyonel yapısı batıdan alınan Ticaret Odaları teşekkül ettirilmiştir. Ama onların ruhunda ahilik özellikleri her daim var olmuştur.

Bu sistemin tarihsel kökeninin fütüvvet yoluna uzandığını da belirtmiştik;

Fütüvvet yolunu da başta Hz. Ali ( ki Hz Ali için söylenen şöyle bir söz vardır ki çok manidardır: ‘Ali gibi feta, zülfikar gibi kılıç yoktur.’ ) Ahî Evran, Ertuğrul Gazi, Edebâli, Osman Gazi, Hacı Bektaş Velî, Mevlana, Yunus Emre, Somuncu Baba, Hacı Bayram-ı Veli, Eşrefoğlu Rumi, Fatih Sultan Mehmed ve Aziz Mahmud Hüdayi ve niceleri gibi büyüklerimiz oluşturmaktadır.

Onlar her dönemde fütüvvet tohumlarını gençlerimizin, toplumumuzun gönüllerine ekerek yeşertmişlerdir.

Ve onlar sayesinde belirli dönemlerde hakikaten erdemli bir toplum kurulması mümkün olmuştur.

Meselâ Anadolu’da Selçuklu Fütüvvet Yıldızı, Orta Asya’da ise Türkistan Yıldızı olarak bilinen medeniyetimizin önemli simgesi bu anlamda bize çok değerli bir mesaj veriyor;

İç içe geçen iki kareden oluşan Selçuklu Yıldızı’nın her bir ucu bir erdemi temsil ediyor.

Bunlar sırasıyla Merhamet, Şefkat, Sabretmek, Doğruluk, Sır Tutmak, Sadakat, Cömertlik ve Rabb’ine Şükretmektir.

Büyük hadis âlimi ve sûfî Abdurrahman Sülemi, Kitâbü’l-Fütüvve adlı eserinde  “gençliğin 40 fütüvvet yasası”nı şu şekilde sıralamıştır. ( Şentürk, 2021)

Fütüvvet ehli;

  • Herkesi kardeş bilmişler ve “kardeşlik hukuku”nun gereklerini yerine getirmişler.
  • Önce arkadaşlarının ihtiyacını, sonra kendi ihtiyaçlarını görmüşler.
  • Zorlukta ve kolaylıkta, darlıkta ve bollukta her hâlde istikamet üzere olmuşlar.
  • Allah’a ibadet niyetiyle ve ayrım gözetmeden tüm mahlûkata ve beşere hatta küçüklerine bile edep ve şefkatle hizmet etmişler.
  • İnsanların onlara nasıl davranmasını istiyorlarsa onlar da öyle hatta daha iyi davranmışlar.
  • Az yemişler, az uyumuşlar, az konuşmuşlar ki bugün bu sağlıklı yaşam için verilen en önemli reçetedir
  • Ne kin tutmuşlar ne de haset etmişler, sadece zalime düşmanlık etmişler.
  • Kardeşleriyle iyi geçinmişler; bunun için uyum göstermişler ve ihtilaftan kaçınmışlar.
  • Arkadaşlarına ve muhtaçlara istetmeden ve boyun büktürmeden yardım etmişler.
  • Ayıpları örtmüşler. Demişler ki kendi ayıplarınla o kadar meşgul ol ki başkalarının ayıplarıyla uğraşacak vaktin kalmasın.
  • Nasihati yalnızken vermişler. Kimden gelirse gelsin, güzel öğütleri, uyarı ve tenkitleri tevazu ve memnuniyetle kabul etmişler.
  • Ehil kişilerle istişare yapmışlar ve istişareye uymuşlar.
  • Cömert olmuşlar, muhtaçken bile tokgözlü ve kanaatkâr olmuşlar.
  • Dostlarının yardıma ihtiyacı olduğunda kendi mallarını kullanmaları için müsaade etmişler.
  • Allah için harcadıklarını esas servetleri olarak görmüşler.
  • Daima en üstün ahlak ve en faziletli ameli tercih etmişler.
  • Cezalandırmaya güçleri yettiği hâlde bile affetmişler; azarlama ve cezalandırma yerine bağışlamayı tercih etmişler.
  • “Dininde ve ahlakında cimri ol, malında cömert ol yani din ve ahlakından hiçbir şey feda etme ama malını feda et.” diyerek yaşamışlar.
  • Allah’ı ve Hz. Peygamberi (s.a.v.) her şeyden daha çok sevmişler ve o yüce Sevgili’nin (s.a.v.) bütün emirlerine uymuşlar.

Bütün bu basitmiş gibi görünen fütüvvet maddelerini şöyle gözümüzle ve gönlümüzle bir tarttığımızda şunu anlıyoruz ki erdemli toplum olmak için ilk vazife bize düşüyor.

İlk önce kendimiz uygulayıp da çocuklarımıza, gençlerimize, çalışma arkadaşlarımıza, dostlarımıza bunları öğütlediğimizde göreceğiz ki hayatımız 10 katı, 100 katı daha da güzelleşecek. Belki hakikaten uygulayabilsek öğütlemeye bile gerek kalmaz…

Lokmalarımız, ilim ve hikmetin yıldızı ile parlayacak.

Haberler güzelleşecek, iş hayatımız düzene kavuşacak, şu an içinde bulunduğumuz 10 derdin belki de 5’i hiç olmayacak.

En önemli husus şudur ki; Erdemli toplum düşüncemizden hiçbir zaman vaz geçmeyelim.

Bu noktada bazen kötü örnekler büyütülüp öyle bir hale geliyor ki  ümitlerimizi kaybetme noktasına varabiliyoruz.

Hiçbirimizin buna hakkımız yok. İnana insanlar olarak ümidimizi hiç bir zaman kaybetmemek zorundayız.

Mevlânâ’nın fütüvveti mükemmel bir şekilde özetleyen şu şiiriyle yazıyı tamamlamak istiyorum:

“Güneş gibi ol şefkatte ve merhamette.

Gece gibi ol ayıpları örtmekte.

Akarsu gibi ol keremde, çömertlikte.

Ölü gibi ol öfkede, asabiyette.

Toprak gibi ol tevazuda, mahviyette.( alçakgönüllülük)

Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”

Son cümle olarak şu hususu zikretmek isterim ki: Her zaman, geçmişine ve toplumsal değerlerine sahip çıkarak geleceğine yön verecek, düşünme ve sorgulama melekelerine sahip dinamik, heyecanlı ve inançlı gençler yetiştirmenin gayretinde olmalıyız.

  • Bu metin 8 Haziran günü İTO Meclisinde yapılan açılış konuşmasından derlenmiştir.
  • Bu yazının hazırlanmasında katkılarından dolayı Erhan Çardaklı beye teşekkürler
  • Şentürk, R (2021): Fütüvvet, Erdemli Gençlik, Önder İmam Hatipliler Derneği Yayınları, İstanbul

ALIŞKANLIKLARIN ÖNEMİ VE KİLİT TAŞI ALIŞKANLIKLAR

Birkaç yıldır Medipol Üniversitesinde Etkili Yaşam Becerileri adlı bir derse giriyorum. Orada ele aldığımız konu başlıklarından biri de Alışkanlıklar. Alışkanlıklar bahsinde öğrencilere tavsiye ettiğim kaynakların başında ‘Alışkanlıkların Gücü’ adlı bir kitap geliyor. Kitabı Charles Duhigg yazmış, Handan Baykara Türkçeye çevirmiş ve Boyner Yayınları tarafından da yayınlanmış.

Kitapta Bireysel Alışkanlıkların yanında Organizasyonların Alışkanlıkları ve Toplumsal Alışkanlıklar diye kabaca üç bölüm altında bu konu örneklerle anlatılmaya çalışılıyor.

Bu yazıda mezkur kitaptan bahsetmemin nedeni, kitapta yer alan bir örneği naklederek onun etrafında bazı düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.

Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre alışkanlık, iç ve dış etkilerle davranışların tekrarlanması, hep aynı biçimde gerçekleşmesi sonucu beliren, şartlanmış davranışlardır diye tarif edilmiş.
Donald D. Schroeder’e göre ise alışkanlık, davranışlarımızı, düşüncelerimizi veya duygularımızı yönlendiren ve zamanla da otomatik bir tepki haline dönüşen sonradan edinilme bir taslaktır.

Yani, alışkanlıklar doğuştan gelen bir özellik olmayıp tamamen sonradan kazanılan davranışlar, düşünceler ve duygular tarzında karşımıza çıkmaktadırlar. Bu konuyu bireyler düzeyinde ele alan bir çok araştırmacı alışkanlıkları fiziksel, duygusal ve zihinsel diye üç alt başlığa ayırıyorlar. Tabii alışkanlıklar deyince akla hemen kötü alışkanlıklar gelse de insanoğlunun iyi alışkanlıkları da olabileceği ve belki de iyi alışkanlıklar bahsinin kötü alışkanlıklara göre daha fazla dile getirilmesinin önemli olduğunu vurgulamakta yarar görmekteyiz.

KİLİT TAŞI ALIŞKANLIKLAR

Kitapta organizasyonların alışkanlıkları başlığı altında Kilit taşı Alışkanlıklar diye bir bölüm var ki bu nokta benim bir hayli dikkatimi çekti. Kilit taşı malum eski mimari eserlerde ve özellikle kemer tarzında yapılarda gördüğümüz ve kemerin en orta noktasını tutan taşın adı. Sağlı sollu taşları dizdikten sonra hepsini en tepede buluşturuyorsunuz ve oraya koyacağınız bir taş bütün o kemerin ayakta kalmasını sağlıyor. Adeta Kemeri kilitliyor.

Kilit taşı Alışkanlıklar bölümünde kitapta birkaç örnek veriliyor. Ben onlardan kendimce önemli bulduğum bir tanesinden bahsetmek istiyorum.

YENİ HEDEF ‘SIFIR İŞ KAZASI’

Kitapta örnek olarak verilen firmanın ismini ve diğer detayları geçiyorum ki, burada odaklanacağımız nokta uygulama olacağı için başka alanlara dikkatimiz kaymasın istiyorum. Olay, Türkiye’nin dışında bir ülkede, bir hayli zaman evvel kurulmuş ve son dönemlerde işleri pek iyi gitmeyen bir Aluminyum firmasında cereyan ediyor. Firmanın hissedarları, ortaya çıkan keyifsiz durumu aşmak için çareler düşünüyorlar ve sonunda Paul O’Nell adlı bir yönetici adayına firmalarına CEO olması için öneri götürüyorlar. O’Nell biraz düşünüyor ve bir şartla bu görevi kabul edeceğini ifade ediyor.

Ben böyle bir görevi kabul ederim yalnız sizlere kısa zamanda işler şöyle düzelecek, şu kadar karlı bir şirket olacağız, hisselerimiz şuradan şu noktaya gelecek diye bir şey vaat edemem. Fakat size sadece şunu vaat edebilirim ki; eğer sizler de bu hedefte hem fikir olursanız hep beraber bu şirketi Ülkenin en güvenilir şirketi haline getirebiliriz.. Bunun için de sıfır “0” iş kazası hedefine odaklanmamız gerekiyor..

Hissedarlar ilk başta bu işi pek sevmiyorlar fakat şirketin mevcut durumu itibariyle bulunduğu halden daha iyi bir hale gelebilmesi için müracaat edebilecekleri belki de en uygun isim olan O’Nell ile çalışmak istiyorlar.

Peki diyorlar, nasıl isterseniz…

Esasında O’Nell belki ilk etapta ciddi bir maddi düzelmeden bahsetmese de sorumluluğu ele alacağı şirkette yeni bir hareket oluşturabilmek için herşeyi etkileyecek çok özel bir hedef belirleme ve bu sayede tüm alışkanlıkları değiştirebilme hamlesi yapmak istiyor. Bunu başarabilirse zaman içinde bu hamlenin diğer tüm bölümleri de olumlu anlamda etkileyebileceğini hesaba katıyor.

O’Nell için burada belirlediği ana nokta, şirketteki yerleşik bazı alışkanlıklara karşı savaş açmak, olumlu manadaki yönelişi tetikleyecek tek bir noktaya odaklanmak. Bu nokta da adeta kilit taşı mahiyetinde bir alışkanlık olarak seçilip herkes tarafından benimsenirse buradan hareketle tüm organizasyonu değiştirebilme imkanına kavuşabilmek

O’Nell’in hesabına göre sıfır iş kazası hedefinde hem yöneticiler, hem işçi sendikaları hem de çalışanlar birleşebilecekler. Çünkü bu hedef herkesin mutlak olarak faydasına olan bir hedef.. Sıfır kaza hedefine ulaşabilmek için de şirkette topyekün bir yeniden yapılanma gerekiyor..

İşe koyulduktan sonra hemen bu hedefe yönelik olarak şirkette çalışmalar başlatılıyor

Öncelikle şu iki soru soruluyor ve cevapları üzerinde yoğunlaşılıyor

Kazalar neden oluyor ve bunların sebepleri neler? Üretim süreçlerinde neler yanlış gidiyor?

Burada ilk ortaya çıkan tesbitler arasında şirkette verimli işleyen bir kalite kontrol mekanizması kurulması ve etkin iş süreçleri geliştirilmesi konuları öne çıkıyor. Bu noktada da firma çalışanları için farklı seviyelere göre ciddi bir eğitim sürecinin planlanıp gerçekleştirilmesi gerekiyor. Bu ihtiyaç ortaya çıkınca hemen bu hedefe yönelik bir eğitim programı planlanıyor ve çalışmaya başlanıyor.

Buna ilave olarak şirkette tüm organizasyon planı, bölümler arası hiyerarşik yapılar, hemen hepsi yeniden ele alınmaya başlanıyor. Her şey adeta yeniden tarif ediliyor. Ana hedef şirkette sıfır hata sağlanacak ve bütün iş yapış süreçleri bu hedefe yönelik olarak reorganize edilecek.

Mesela işletmelerde küçük de olsa bir kaza olduğunda bu hem birim başkanı hem de CEO’ya bildirilecek ve bu kazanın bir daha yaşanmaması için bir iş planı sunulacak

Burada aynı zamanda bir ödül mekanizması da konuluyor o da şu: Sadece bu sistemi benimseyenler terfi ettirilecek

Yeni sistemde herhangi bir birimin başkanının, bir kaza ile ilgili bilgi verebilmek ve yeni bir yöntem teklif edebilmek için en alt birime kadar bir bilgi akışı ve teklif akışı kurabilmesi gerekiyor.

Zaman içinde şirkette şöyle bir halet-i ruhiye gelişiyor: Bütün çalışanlar her yere güvenlik gözüyle ve var olan bir hatayı bulup yeni bir öneri teklif edebilme perspektifi ile bakmaya başlıyorlar

Bu sistem anlatıldığı şekilde kurulmaya çalışılırken bu arada bir iş kazası meydana geliyor. Bunun üzerine CEO adeta olağanüstü durum ilan ediyor ve harekete geçiyor. Bu noktada ortaya çıkan bir kazanın tüm organizasyona fayda sağlaması uygulamasının bir örneği ortaya çıkıyor..

CEO tüm birimleri topluyor ve bu işçiyi biz öldürdük ve bunda herkesin bir şekilde sorumluluğu olmakla birlikte baş sorumlu benim diyor. Herkese de alta doğru sorumluluğun dağıldığını söylüyor.

Çok detaylı bir analiz yapılıyor. Bulunan çare olarak şöyle bir öneri kabul ediliyor: Öncelikle kaza olan makinadan başlayarak tüm makinaların çevresini dikkat çekici tarzda sarıya boyamak ve güvenlikle ilgili her tür önlemi alıp muhtemel kaçakları da hesaba katabilmek üzerine düşünmek.

Bu olağanüstü hal uygulaması işlerin daha da ciddiyetle el alınmasına yol açıyor. Derken yaklaşık 6 Aylık bir zaman sonrasında kazalarda ciddi bir azalma ortaya çıktığı görülüyor.

Bu gelişme üzerine O’NELL tüm şirket çalışanlarını kutluyor. Sonra şöyle diyor. Herhangi bir kişi güvenlikle ilgili bir fikri olursa ve birim müdürleri bunu ciddiye almazsa bana direk bildirsin.

Buradan hareketle çalışanlar sadece güvenlikle ilgili değil tüm önemli fikirlerini de paylaşmaya başlıyorlar. Buradan çok önemli sinerjiler gelişiyor.

En alt birimden en üste kadar herkes bir yandan kazaların azaltılması konusu üzerine eğilirken diğer yandan da akıllarına gelen fikirleri üst yönetimle paylaşıyorlar. Fikirleri veren kişiler taltif ediliyor ve maaşlarına da zam geliyor. Bu da her birimdeki kişiyi daha bir şevkle çalışmaya doğru yönlendiriyor.

Tüm bu süreçlerin sonucunda şirket belli bir dönem sonrasında bir yandan sıfır kaza hedefine varma yolunda ciddi bir mesafe alıyor. Bu hedefe yaklaşırken eğitimlerin gerçekleşmesi, yeni iş planlarının oturması, verimliğin artması gibi hususların da tesiriyle firmanın mali tablolarında çok olumlu gelişmeler ortaya çıkıyor. Tabii ki bu müsbet gidiş zamanla hissedarları da ciddi şekilde mutlu etmeye başlıyor.

Sonuç olarak hem çalışanların gelirleri artıyor, hem iş kazaları adeta sıfırlanıyor, hem yöneticiler arasında daha verimli olanların ön plana çıktığı bir sistem kuruluyor ve şirket de toparlanıyor ve gelişiyor

Örnekte görüldüğü üzere şirket CEO’su en başta kimseye daha karlı bir şirket teklif etmiyor.. Fakat organizasyonun düzelmesi şirketi daha verimli çalışır hale getiriyor ve bir kaç sene içinde karlar ciddi oranda artıyor.

Özetle anlatmaya çalıştığım bu olayda, organizasyonların Kilit taşı alışkanlıklarının değişmesi ile ne tür faydalı neticeler ortaya çıkabileceğinin gösteren bir örnek görmüş oluyoruz. Bir alışkanlık adeta domino taşı özelliği gösteriyor ve onun değişimi çok fazla şeyin ona bağlı olarak değişmesine yol açıyor.

KİLİT TAŞI ALIŞKANLIKLAR BAŞKA ALANLARA DA UYGULANABİLİR Mİ?

Ben bu bakış açısının hayatın bir çok noktasına ve en küçüğünden en büyüğüne kadar hemen tüm organizasyonlara uygulanabileceğini düşünmekteyim. Ama burada en önemli husus o organizasyon dahilinde, içinde yer alan kişi ve kesimlerin olabildiğince fazla bölümünü kuşatabilecek yeni bir hedef ortaya koyabilmek, herkesin kabul edebileceği yeni bir alışkanlık geliştirebilmek.

Bu konu bir şirket özelinde gerçekleşmiş olsa da toplumsal olarak da denenebilecek bir hedef olarak düşünülemez mi?

Mesela bir toplum düşünelim ki orada toplumun içinde çeşitli noktalarda ayrışmalar ortaya çıkmış. Farklı kesimler bir konu gündeme geldiği zaman birbirleriyle zıt davranışlar ortaya koyuyorlar. Birbirlerine güven noktasında önemli bir zafiyet oluşmuş. Bazen herhangi bir kesimin toplumun yararına olabilecek bir fikri bile diğerleri nezdinde kabul görmüyor. Bu tip durumlarda o toplum için ortaya konabilecek çok iyi hesaplanmış bir kilit taşı alışkanlık, herkesin üzerinde ittifak edebileceği bir söz, bir tavır, bir yaklaşım aynen O’Nell’in şirketinde yaptığına benzer bir ittifak oluşturamaz mı? Üzerinde yoğun olarak düşünülmesi gereken bir husus

Bu noktada küresel düzlemde güncel bir örnek olarak MUSİAD’ın bir dönem çok yoğun olarak bayraklaştırdığı ‘Bütün İnsanlığın kurtuluşu olmayan bir kurtuluş bizim de kurtuluşumuz olamaz’ yaklaşımını ele alabiliriz sanırım. Covit 19 Salgını sonrasında bir virusun tüm dünyayı adeta esir aldığı bir çerçevede hiç bir toplum, ülke veya bölgenin sadece kendisini kurtarabilecek bir yaklaşım peşinde olmaması gerekir. Bu noktada tüm dünyanın üzerinde uzlaşabileceği bir anlayış ancak yukarıdaki cümlede ifade edilen bir yaklaşım olmalıdır. Tüm toplumlar ve ülkeler bu anlayış üzerinde birleşebilmelidir. Sadece kendi dar çerçevesini düşünen toplumlar ortaya çıkabilecek küresel bazlı sonuçlardan kendilerini soyutlayamazlar. Yukarıdaki yaklaşımın tüm dünya milletleri ve devletleri için yerleşik bir kilit taşı alışkanlık olarak benimsenmesi tüm dünya için önemli bir mesafe olacaktır.

YETER SÖZ MİLLETİNDİR

1950 Yılında Türkiye’de Demokrat Parti’nin ortaya koyduğu Yeter Söz Milletin yaklaşımının da ben tarihte yaşanmış bu tarz bir kilit taşı alışkanlık değişimi olarak nitelenebileceğini düşünmekteyim. Demokrat Parti’yi kuranlar o dönem bilinmeyen kişiler değildi. Tek Parti döneminde ülkeyi yıllarca idare eden Cumhuriyet Halk Partisi Milletvekilleriydiler. Sadece Celal Bayar’ı bile ele alsak kendisi Türk Siyasi hayatının çok önemli bir figürüydü. Fakat tek parti zihniyeti dışında Milletin tercihinin önemli olduğunu vurgulayan bir yaklaşımı öne çıkardılar. Bu yaklaşım o zaman halkın büyük bölümü tarafından benimsendi ve toplumda bir dönem ciddi bir sinerji oluşturdu. Türkiye’de demokratik mekanizmalar öne çıktı. İktidarların serbest seçimlerle değişmesi gerektiği zihniyeti toplumda ciddi bir taraftar buldu.

MENFAATİNİ HAKKI ZANNETMEMEK

Yine toplumsal olaylarda, insanların MENFAATLERİNİN değil de HAKKIN ve ADALET’in üstün tutulmasının, çok ciddi bir kilit taşı alışkanlık olarak toplumsal ittifakın sağlanmasında önemli olacağını düşünmekteyim. Kişiler genelde bir çok sefer umumun menfaatini değil kendi çıkarlarını öne alma eğilimindedirler. Fakat buna rağmen kendisi veya çevresinin çıkarını sanki umumun menfaati gibi gösterme yoluna giderler. Bunu herkese kabul ettirebilmek için de bir çok haksızlık ve hukuksuzluk yaparlar. Bu konu kağıt üzerinde herkesin ifade ettiği bir şey gibi görünse de, net olarak üzerinde durulup hiç taviz verilmeyecek toplumsal bir mutabakat olarak yerleşse ve bunun takibi yapılsa problemlerin sayısı umulmayacak oranda azalacaktır.

Bu konu üzerinde hem tarihten hem de günümüzden daha bir çok örnek verilebilir kanaatindeyim.

SONUÇ OLARAK

Özetlemek gerekirse, altını çizmeye çalıştığım nokta KİLİT TAŞI ALIŞKANLIK meselesi ile üzerinde daha büyük bir ciddiyetle durulması gerektiğidir.

Yukarıda da belirttiğim gibi en küçüğünden en büyüğüne kadar her tür organizasyonun daha verimli olarak çalışabilmesi için öncelikle onun işleyişinde önemli hususların iyice tahlil edilmesi gerekmektedir. Sonrasında da ona en uygun stratejik mahiyetteki alışkanlıkların yani Kilit taşı alışkanlıkların bulunup uygulanması büyük önem taşımaktadır.

Tabii büyük organizasyon olarak toplumların daha iyi bir noktaya taşınabilmesi, içlerinde var olan toplumsal alışkanlıkların iyice etüt edilebilmesi ve o toplumu daha iyi bir noktaya getirebilmek için hayati mahiyetteki Kilit taşı alışkanlıkların bulunup harekete geçirilebilmesinin yararları inkar edilemez. Tabii bu etüt ve tesbitlerin yapılabilmesi için de o toplum içerisinde hakikaten sıhhatli ve derin düşünce sahibi insanların sayısının arttırılması gerekmektedir. Çünkü küçük beyinlerin çapları dardır ve sadece olguları düşünürler. Büyük beyinler ise çok boyutlu düşünebilme kabiliyetine sahip olduklarından olayları, dünü, bugünü ve yarını ile birlikte değerlendirebilecek yetenektedirler.

İnsan kalitesinin arttırılması ve derin düşüncenin değerinin bilindiği bir zeminin oluşturulmasını da önemli bir Kilit taşı alışkanlık olarak zikrederek yazıma son vermeyi düşünüyorum.

Parantezler içinde hayat

İlkokul ve ortaokul dönemlerimde dersler arasında bir ayırım yapmazdım. O dönemki felsefeme göre mademki okula  gidiyorduk, dolayısıyla önümüze ders adı altında çıkan her şeyi en iyi şekilde öğrenmek ve ondan en yüksek notu almak durumundaydık.

Türkçe, Tarih, Edebiyat, Sosyal Bilimler, Fen ve Matematik hepsi benim için eşit konumdaydılar.

Liseye geçtikten sonra nedense matematik ve fen derslerinin  gözümdeki cazibesi azalmaya başladı. Sadece biyolojiyi bir miktar farklı bir yerde tutuyordum. Çünkü aile çevrem benim doktor olmamı istiyorlardı. Ben de içten içe bu hedefe yönelme eğilimindeydim. Okuduğum lisede tüm fen derslerimiz gibi biyoloji de Fransızca idi. Lisede öğrendiğimiz özellikle insanın iç yapısı ile ilgili bilgilerin ( iç organlar, kemikler, kaslar vs) ilerde tıp tahsilinde ve de bilhassa anatomi dersinde işime çokça yarayacağına dair bir inancım vardı. Çünkü özellikle insan vücudu ile ilgili ezberlediğimiz bilgileri doktorların yanında dile getirdiğimde onlarla ciddi bir dil birliği kurduğumu hissediyordum. Muhtemeldir ki biyolojiyi o sebepten biraz daha ayrı bir yere konumlandırmıştım.

Matematik konusunda da cebir bölümü biraz ilgimi çekiyordu. Lisede ve daha sonra üniversite döneminde okuduğumuz matematikle ilgili konuların önemli bir bölümünü daha sonra kullanma imkanı bulamadım.

Fakat hassaten cebir alanındaki  bir problem çözme usulü benim hayatımda çokça kullandığım ve herkese de tavsiye ettiğim bir yöntem oldu.

Neydi bu yöntem?

Bilindiği üzere cebirde bir problem çözerken öncelikle parantez içindeki işlemler yapılır daha sonra o parantezlerden elde edilen sonuçlarla işleme devam edilir. Yani her parantez kendi çapında küçük bir dünyadır

Ben bu yöntemi sosyal ve iktisadi hayata uygulamaya çalıştım. Bu uygulama bana meselelere daha rahat hakim olabilme, sorunları çözebilme ve onları birbirlerine karıştırmama noktasında  ciddi fayda sağlamıştır

Şöyle bir düşünce yolu izlemeye çalışırım; Hayatımız bir yönüyle baktığımızda çok büyük bir parantez. Bu hayatın içinde daha alt parantezler de bulunuyor.

Mesela evli isek kendi çekirdek ailemiz bir parantez. Anne babamız ve yakın akrabalarımızın  içinde yer aldığı geniş sülalemiz de bir diğer parantez.  İş hayatımız ayrı bir parantez. Tabii iş hayatımız içinde farklı işlerimiz varsa onların hepsi kendi başlarında birer parantez.

Gönüllü çalışmalar içinde bulunuyorsak bunların da hepsinin ayrı birer parantez olarak değerlendirilmesi gerekiyor.

Bu parantezlerin iç düzenlerini parantez mantığına uygun olarak daima ayrı ayrı tuttunuz zaman olayları daha iyi kuşatabiliyorsunuz

Esasında bu bakış açısı analitik düşünce yapısı ile de biri bir ölçüşüyor. Meseleleri parçalara ayırarak analiz etme sonra parçadan bütüne doğru gitme..

İşleyişi bir de detaylı olarak gözden geçirelim; Sabah evden çıkıyorsunuz. Bazen insan evden daha keyifli çıkar bazen de sıkıntılı çıkabilir. Hangi hal üzere bulunursak bulunalım, ev parantezini kapatıp çıkmalı ve gittiğiniz yerde yeni parantezi açmalısınız. Gündelik işleriniz arasında insana mutluluk ve sıkıntı veren uygulamalar vuku bulabilir.

Ticaret ve/veya üretim hayatımızın içinde farklı bölümler olduğu dönemlerde bu bakış açısı çok daha kullanışlı oluyordu. Mesela bir dönem matbaa ve ambalaj tesisimiz vardı. Ben bunların her bir bölümünü ayrı bir dükkan veya parantez gibi görürdüm. Baskı bölümü ayrı, kesim bölümü ayrı yapıştırma ayrı, baskıya hazırlama bölümü ayrı.

Örnek bir olay düşünelim: Baskı makinelerinin birinde arıza olmuş ve üretimin bir bölümü sıkıntı çekiyor. Usta başı eyvah, yandık bittik diyor. Oysa parantez usulünde bakışımızın şu şekilde olması gerekiyor.. Evet baskı bölümünde bir sıkıntı oluştu. Hemen bir yandan tamir ederken diğer yandan başka bir yerde bu baskıyı yaptırıp sistemi devam ettirmemiz gerekiyor. Baskı bölümünden kesime geçerken ne kendimiz ne de diğer bölümde çalışanlar baskı bölümündeki sıkıntıyı oralara taşımayacağız. Baskı parantezini kapatacağız ki sıkıntı diğer alanlara taşmasın ve parantezin içinde kalsın.

Tüm bu bölümleri kendi mantığı içinde ele alıyoruz ve iş yerimizden çıkarken oranın da parantezini kapatmak icap ediyor. Diyelim ki o gün sıkıntılı bir gün geçirdiniz ve hesap dili ile söylersek eksi bakiye ile çıkıyorsunuz.

Gideceğiniz yer gönüllü bir faaliyet olan vakıf veya dernek. İş yerinizdeki parantez içindeki işlemin eksi olması kesinlikle ne gönüllü çalışmanızın alanına ne de evinize taşınmamalı. Çünkü her ikisi de ayrı bir parantez. Her ikisinin de içinde bulunan diğer insanlar ve münasebetlerin sizin işinizde olanlarla bir alakaları yok. Onlara iş yerindeki eksi işlemin bedelini ödetmeniz haksızlık olur.

Diyelim ki gönüllü çalışmanızda artı bir tablo ortaya çıktı. Akşam eve geldiniz sabahki hafif menfi işlemi de bir şekilde düzelttiniz. O zaman günlük hayatınızın bütününü bir parantez olarak düşünüp değerlendirebilirsiniz.

Bu durumda içinde sonucu eksi çıkan bir işlem ( yani iş hayatınızdaki o günkü menfi şartlar) olsa da günlük toplamınız genel olarak artı bir sonuca ulaşmış gibi görünüyor. O gün böyle bir sonuç sizi tatmin edebilir ve müsbet bir durumdan dolayı şükrünüzü ifa etmeye yönelirsiniz. Gerçi sonuç genel toplamda eksi de çıkabilir. Yeni bir günde daha iyi sonuçlar, küçük ve büyük parantezler içinde sonucu artı olarak ortaya çıkan işlemler bütününe ulaşmak için gayret gerekiyor.

Günlük bazda olayları parantez mantığı içinde gruplarken bunu haftalık ve aylık bazlarda da paranteze almak işlerinizi ve düşüncelerinizi daha iyi toparlayabilmenize ve onların birbirlerine karışmamasına imkan verir.

Özet olarak bu parantez yöntemi yani meseleleri parçalara ayırarak incelemek, onları kendi bölümlerinde değerlendirmek, ortaya sorun çıkarsa onları öncelikle kendi parantezi içinde çözmek ve bu çözüm sürecinde parantezleri birbirlerine karıştırmamak gerekiyor. Aksi durumda parantezlerin içindeki sonuçlar birbirlerini gereksiz yerde karışır ve ortaya istenmeyen neticeler çıkabilir.

Verimli bir hayat için parantezleri yerli yerine koymaya ve meseleleri bu parantezlerin içinde çözmeye çalışmalıyız.

İlave olarak, sürekli Allah’ın yardımını talep etmeliyiz ki hem tek tek işlerimiz güzel, hem de hayatımızın bütünü istikamet üzere olsun.

Gelişmeler bizi hangi bilgiye ulaştırıyor

Eski dönemlerde en sağlam iletişim yolu olarak vasıflandırılan yol, ‘ru be ru’ (göz göze) diye tarif edilen bire bir ilişki usulüydü. Mesela hadis rivayetinde en muteber yola sema metodu adı verilirdi. Sema metodu, talebenin hocasından hadis-i şerifin metnini ve senedini bizzat öğrenmesine verilen ad idi. İlimde icazet sistemi de bu tarz bir usuldü. Hoca talebeye ilmi meseleleri bire bir anlatır ve öğrendiğine emin olduktan sonra ona icazet vererek bu ilmi onun da talebelerine öğretmesine imkan tanırdı. Sema ve icazet yoluyla hocadan talebeye geçen ilmin en üst noktasında Hz. Peygamber Efendimiz (a.s) bulunmaktaydı. Dolayısıyla ilmin kaynağı sahih bir yere dayanmaktaydı.

Tüm zenaatlarda bir nevi diploma manasındaki icazet kurumu da aynı mantıkla kurgulanmıştı. Hocası bire bir çalışma yaptığı talebesinin o zenaat ile ilgili gerekli teknik ve ahlaki bilgiyi aldığına tam olarak kanaat getirdiğinde ona öğrendiklerini başkalarına da öğretebilmesi için icazet verirdi ki günümüzde de bu sanatlarla iştigal edenler aynı usulü kullanıyorlar.

Müzikte ise bu mantığa uygun olan nakil yolunun adı meşktir. Bu mekanizma içerisinde hoca talebesine eserleri bire bir tüm incelikleri ile öğretir. Musiki aleti ile beraberce çalar veya söylerler. Sonrasında hocası veya üstadı talebenin öğrendiklerini tatbik etmesine nezaret eder. Sonuç itibariyle yeterli bir düzeye gelindiğine kanaat getirildiğinde üstad veya hoca, talebesine icazet verir ve onun bu öğrendiği eserleri kendisinden talep edenlere öğretmesine izin verir.

Hem ilim aktarımı hem ahlaki eğitim

Burada fark edildiği üzere hem bir ilim aktarılıyor, hem de ahlaki bir eğitim verilebiliyor. Hoca bu eğitim sırasında talebesini ahlaki anlamda da eğitiyor, ona yol ve yordam gösterme imkanı buluyor. Hocasını bir rol model olarak gören talebe de her yönü ile ona benzemek istiyor.

Özetle eskilerin deyimi ile ‘hem kal ile hem de hal ile’ eğitim yapılıyor, ilim, zanaat, maharet ve mesaj, ruhu ile birlikte nakledilebiliyor.

Daha sonraki dönemlerde ise daha çok kitlesel öğretim yaygınlaşmaya başlıyor. Okullarda, üniversitelerde sınıflar, anfiler, konferans salonları bu tip bir aktarım yolu olarak kullanılıyor. Musiki notalara geçiriliyor. Sanat çalışmaları okullarda, dersliklerde çeşitli metinler üzerinden talebelere topluca öğretilmeye başlanıyor.

Tabii bu anlattığımız süreçler uzun dönemlerde ortaya çıktı. Yüzyıllar içinde çeşitli evrelerden geçerek şekil buldular ve hâlâ her gün yeni bir evreye geçiyorlar.

Gelişme, ama nasıl?

Yazı ve mesaj alanındaki gelişmeleri de tıpkı yukarıdaki gelişmeler gibi bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçirebiliriz. Önceleri taşa, kile, daha sonraları kağıdın bulunması ile papirus kağıdına, aharlı kağıda yazılan metinler sonraları matbaanın icadı ile birlikte matbaa makinaları ile çoğaltılmaya başlandı. Burada da metni kağıda yazan ile onu daha sonra farklı mekanlarda okuyan arasındaki mesafe zamanla açıldı. Bu süreç aslında bire bir nakildeki gibi karşılıklı ve interaktif bir ilişki değil, aslında kısmen tek taraflı bir iletişim olarak ortaya çıkıyor. Bu tür ilişkilerde bire bir temas azalıyor. Farklı bir iletişim yolu yaygınlaşıyor.

Bu arada bilgi ve mesajın yaygınlaşmasında sinema, radyo ve televizyonlar da önemli bir mecra. Bu bahsettiğimiz araçlar hâlâ önemini yitirmiş değil. Fakat bu mecralar her geçen gün bir çok yeniliği bünyesine ilave etseler de, genelde daha eski bir mantıkla, yani tek yönlü iletişim ve etkileşimi sağlayan araçlar. Mesajın kaynağı muhataplarına bilgiyi tek taraflı olarak aktarıyor.

Bu alanlar teknolojinin gelişmesi ile birlikte toplumlarda etkisini daha da arttırıyor ve muhtemeldir ki daha da artıracak gibi görünüyor. Mesela insanları adeta filmin içine çekerek onu filmin parçası haline getiren teknolojiler, filmin içine konulan gizli mesaj türü teknikler ve her gün yenisi gelişen yollar bu tür iletişimin etkisinin devam edeceğini gösteriyor.

Tüm bu bahsettiğimiz hususlar bir yönü ile bakıldığında birer gelişme örneği. Fakat tüm bu gelişme olarak nitelenen konular bünyelerinde bir çok eksiklikleri de barındırıyorlar.

Teknolojinin gelişmesiyle doğru bilgi kadar yanlış bilgi de yayılıyor

Bilgisayarın ve buna dayalı iletişimin ortaya çıkışı ile başka noktaların da gündeme geldiğini görmekteyiz. Hatırlarsak önce ICQ diye bir araç ortaya çıkmıştı. Bilgisayar üzerinden insanlar bir diğeri ile bire bir yazı yoluyla ilişki kurmaya ve mesaj aktarmaya başladılar. Daha sonra benzer ve daha gelişmiş bir yol olan MSN hayatımıza girdi. Sonra Bing’e dönüştü. Twitter, facebook, linkedingibi yeni mecralar, insanlar arasında bu sefer sanal âlemde bire bir ilişkiyi tekrar canlandırdı. Whatsaptelegram yine bu cümleden birebir ilişki türleri olarak hayatımızda yer bulmaya başladı. Sesli ve görüntülü bir ilişki imkanı sağlayan Skype da adeta göz göze ilişkiyi sağlayan bir önemli gelişme olarak dijital dünyada yerini alıyor.

Bahsettiğimiz bu mecralar sanki eski dönemdeki birebir ve diz dize ilişkiye benzer tarzda insanların teke tek temas etmelerine imkan tanıyan araçlar ve yollar olarak zikredilebilir. Ama bu yolların, eski dönemde o önemsediğimiz hal ile eğitim ve ilişkiyi yeterli düzeyde sağladığını iddia etmemiz fazla iyimser bir yorum olabilir. Fakat kısmen de olsa birebir düzeltme ve ilişkiyi kontrol edebilme imkanını bünyesinde barındırdığını söyleyebiliriz. MSN’nin ilk çıktığı dönemlerde kendi çocuklarımın ve yeğenlerimin bazen dijital kanal üzerinden etkileşime girdikleri ağabeylerinin olduğunu müşahade etmem bende bu tip bir algıyı oluşturmuştu. Dijital anlamdaki ağabey sanki özel bir hoca gibi çocuklara etki edebiliyordu.

Dijital dünyada ortaya çıkan bir çok bilgi edinme aracı, bilgiye ulaşmada önemli bir kolaylık sağladı. İlkönce Altavisa, daha sonra Yahoo ve son dönemde her gün yeni bir gelişme ile karşımıza çıkan Google, dijital âlemde kaydedilmiş bilgiye ulaşmada büyük bir imkan sağladı. Burada da internet üzerindeki dijital bilgi kaynakları, onlarla temas eden insanlara tek taraflı olarak ve kitlesel düzeyde bir bilgi aktarımı sağlayabiliyor.

Mesela geçenlerde bizim bir dönem ciddi bir şekilde ilgilendiğimiz Worldbulletin isimli sitemizin Facebook sayfasında bir haftada ulaşılan rakamlar, bu mecraların yaygınlığı açısından ciddi fikir verici bir mahiyettedir. Facebook sitesinde bir haftada 15 milyon kişiye ulaşıldı ve yaklaşık 2.5 milyon etkileşim alındı. Bu ulaşım ve etkileşimde en önemli noktalar da Uzakdoğu ülkelerindeki insanlar oldu. Bu rakamların bize gösterdiği gerçek;teknolojinin gelişmesi ile birlikte ne kadar yaygın bir alana bilgi ve mesaj gönderebilme imkanına sahip olunabildiği.

Şayet bu bilgi doğru bir bilgi ve yorumsa büyük bir alanı müsbet manada etkileyebiliyor. Fakat bir de bu bilgi ve yorumun yanlış ve yanlı bir bilgi ve yorum olabileceğini düşündüğünüzde, o zaman ortaya çıkabilecek tahribatın boyutlarının da ciddiyetini tasavvur edebilirsiniz.

Böylesi bir iletişim gücü bugüne kadar hiç olmadı. Ve bu iletişim gücü de her geçen daha da artıyor. Bu hal, bir yönüyle bakıldığında çok ciddi bir gelişme. Ama kontrol edilemezse, çok büyük eksiklikleri de bünyesinde barındırabileceği muhakkak.

Maksat doğru, nitelikli ve derinlikli bilgiye ulaşmak mı?

Ayrıca, dijital alanda üretilen malzemenin yaygınlaştırılması için bu araçlar arasında çok ciddi bir ilişki oluşmaya başladı. Herhangi bir siteye veya bloga ne kadar ziyaretçi geliyorsa Google gösterimlerinde o ölçüde önde çıkılıyor. Bunun için tüm sosyal medya araçları devreye giriyor. Hepsi birbirini köpürtüyor. Çok ziyaret daha üst sıra, daha üst sıra daha fazla ziyaret, çok kullanıcılı olmak daha çok mesaj yayabilmek, daha çok mesaj yayabilmek için daha fazla paylaşım gibi bir döngüyü tetikliyor.

Bu hız ve daha fazla kişiye ulaşabilme isteği bazen bilginin niteliğini ve derinliğini etkiliyor. Sayılar ve nicelik bu kaynaklara sahip olanları etkileyebiliyor ve daha fazla yere ulaşma isteği, niteliğin ikinci plana itilmesi tehlikesinin de beraberinde getirebiliyor. Peki burada nitelik ve nicelik dengesi her zaman kurulabiliyor mu?

Nicelik ve tekniğin daha fazla önemsenmesinden dolayı içerik bazen istendiği gibi olamayabiliyor. Nicelik, yani rakamlar önemli olunca o zaman esas odaklanan nokta değişebiliyor. Şu sorular ve cevapların üzerinde daha fazla duruluyor: İzleyici sayısı artıyor mu? Sosyal medya ve Google’dan izleyici geliyor mu? İnsanlar ilgi duyup daha çok paylaşıyorlar mı?

Bu sorulara müsbet cevaplar geldiğinde işte o zaman maksat hasıl oluyor gibi bir durum ortaya çıkıyor. Fakat bu noktada şu soru çok önemli. Maksat ne olmalı? Maksat doğru, nitelikli ve derinlikli bilgiye ulaşmak ise bu maksat gerçekleşmiyor. Bu ise büyük bir eksiklik olarak ortaya çıkıyor. Maksat daha çok izleyici ve etki altına alınacak olarak düşünüldüğünde, o zaman maksata ulaşılmış oluyor. Olayı gelişme ve eksiklik çerçevesinde ele alacaksak bu detaylar üzerinde hassasiyetle durulması gerekiyor.

Gelişmeler bizi hangi bilgi’ye ulaştırıyor?

Daha önceki cümlelerimizde bilgiye ulaşım çok kolaylaşıyor ve hızlanıyor diye bir ifade kullanmıştık. Bu noktada şu soruyu da ısrarla sormamız gerekiyor. Gelişmeler bizi hangi bilgi’ye ulaştırıyor? Bu yolla insanlar ancak dijitalize edilebilmiş bilgiye ulaşılabiliyorlar. Dijital hale gelmemiş bilgiye ulaşma imkanları ise maalesef yok. Bu da önemli bir eksiklik olarak karşımıza çıkıyor.

Mesela geçtiğimiz yıllarda, ölüm yıl dönümünde kendisi ile ilgili detay bilgi edinebilmek için Prof. Dr.Mustafa Köseoğlu adında bizzat tanıdığım çok önemli bir kişiyi dijital âlemde aramak istemiştim. Hayretle müşahede ettim ki Google’da kendisi ile ilgili en ufak bir kayıt bile yoktu. Yine geçen yıllarda Türkiye Milli Kültür Vakfı tarafından basılmış 40 Vakıf Adam isimli bir kitapta ismi geçen ve camiamıza çok büyük hizmetler etmiş kişilerin büyük çoğunluğunun da isimleri bu mecrada bulunmuyordu. Çünkü bunların büyük bir kısmı 2000’lere varmadan Rahmet-i Rahmana kavuşmuş kişilerdi. Bu küçük araştırmadan elde edebileceğimiz sonuca göre, bu ve buna benzer noktalar dijital âlemdeki gelişmelerin bünyesinde bulunan büyük eksikliklerden bir bölümü. Bu örnekleri çoğaltabilmemiz mümkün.

Bu tip çalışmalar içinde bulunan bizim gibi bir çok site, bu tür bilgiler üretip dijital sitemin içine dahil etmeye çalışıyorlar. Fakat bu çabaların ne kadar yeterli olabildiği üzerinde detaylı olarak durmak gerekiyor.

Yine bir başka önemli örnek olarak, büyük ve tarihi mahiyetteki bilgi kaynaklarını bu mecrada yeterince bulabilmek mümkün değil. Beyazıt Kütüphanesi‘nin içinde bulunan eserlerin büyük bir kısmı Google’da henüz yok. Süleymaniye Kütüphanesi, Ali Emiri Kütüphanesi ve bu seviyede sayılacak yerlerdeki eserleri bulmak da imkan haricinde… Bu saydıklarımız önemli eksiklikler olarak not edilmelidir kanaatindeyiz.

Demek ki bu sistemlere veri üretenler buralara hangi bilgileri koyuyorlarsa veya onların öncelik verdikleri bilgiler nelerse bu mecralarda o bilgilere rastlama imkanı bulabiliyorsunuz. Bunun farkında olmamız ve bu inceliğe dikkat etmemiz gerekiyor.

Bu alanların daha verimli, zengin ve derinlikli içeriğe sahip olmasını istiyorsak çokça çalışıp içeriği zenginleştirmek ve bu içeriğe kendi önemsediğimiz derinlikli bilgileri ve doğru yorumları koymamız gerekiyor.

Derinlikli bilginin yayılmasına da çalışılmalı

Bu teknolojik gelişmeler yukarıda da kısaca işaret ettiğimiz gibi derinlikli bilginin önemini maalesef azaltıyor. Kolay paylaşılabilen kategorize edilmiş bilgiler öne çıkmaya başlıyor. Bu yol, bir konu hakkında sathi ve çabuk bilgi edinmek için yararlı. Bu da, bir açıdan bakıldığında gelişme. Fakat sürekli bu tür bilgileri öğrenmeyi talep eden kişiler için ise sürekli sathi bilgilerle muhatap olmaları neticesini getiriyor. Bu da ciddi bir eksiklik.

Geçenlerde ortak bir proje çerçevesinde temas ettiğimiz bir İngiliz dijital medya uzmanı, sitelerimizin daha çok 2005’li yılların öncesindeki bakış açısı ile düzenlenmiş olduğu tesbitini bizlerle paylaştı. ‘Şimdi çok daha resimli, az metinli ve kısa maddeler halinde ifade edilen bilgilere ihtiyaç var. Daha çok takip edilebilmek için sitelerinizin buralara yönelmelisi gerekiyor’ dedi. ‘Çünkü Google bunu istiyor. Facebook bunu istiyor, 140 karakterli Twitter bunu istiyor’ diye sözlerini sürdürdü.

Bu bir yönüyle bakıldığında çok doğru bir tesbit. Dijital medyayı kullananların talepleri buralara doğru evrilmeye başladı. Dijital alanda hizmet edenler de bu talebi sürekli olarak bu yöne doğru kanalize ediyorlar. Yani talep ve arz birbirlerini aynı yöne doğru yönlendiriyor. Tabii bu tesbitin mutlak manada doğru ve insanlık için faydalı bir yöneliş olduğunu iddia etmiyoruz. Fakat şimdilik realite bu çerçevede ortaya çıkıyor. İlave olarak Facebook ve Twitter’da yeterli oranda resim paylaşılmazsa etkileşim alınamıyor. O zaman bu talep insanları bu yöne doğru yönlendiriyor.

Burada şu soruyu sormamız mümkün. Acaba bu durum, dijital alanın hatalı kullanımına ve dolayısıyla eksikliğe doğru bir yönlendirilme mi? Bu soruya karşı şu cevabı verebiliriz: Evet, gelişme diye nitelenen bu durum sayesinde sathi bilgiye yönelme daha çok yaygınlaştı.

Başka bir açıdan bakıldığında Power point sunumlarının mantığının da bu yönde olduğunu gözlemlemek mümkün. Aynı zamanda malumatfuruşluk had safhada. Fakat derinlikli bilginin talebi arzu edildiği ölçüde değil. Oysa ikisi de olabilmeli, nicelik uğruna nitelik feda edilmemeli. Yaygın bilgi önemli ki mevcut gelişmeler buna imkan veriyor. Ama derinlikli bilginin yayılmasına da çalışılmalı. Onun için gerekli araçlar üzerinde de dikkatlice durulmalı….

Gelişmeler ve eksiklikler çerçevesinde ciddi bir fayda zarar analizi yapılmalıdır

Dijital iletişim yöntemi insanları sanal âlemde birebir ilişkiye geçirme noktasında başarılı olsa da, yan yana duran insanların bire bir ilişkisini köreltiyor. Akıllı telefonlardaki ilişkiyi önemseyen insanlar yanı başındaki kişilerle çoğu kere sağlıklı ilişki kuramıyor. Bu keyfiyet, üzerinde özellikle durulması gereken çok ilginç bir gerçek.

Dijital alanda yerleşik olan ilişki türü, çoğu zaman dilin sağlıklı kullanımını da köreltiyor. Yetişen gençlik, fikirlerini düzgün cümlelerle, nitelikli bir dil ile ifade etmeyi önemsiz görüyor. Bu orta ve uzun vadede dilimizi ve edebiyatımızı menfi tarzda etkileyebilir. Özellikle genç nesillerin bu durumdan menfi etkilenme oranı daha çok olacaktır endişesini duymaktayız. Bu halin de önemli bir eksiklik olduğunu düşünmekteyiz.

Dijital gelişmeler insanların birbirleriyle kuracakları ilişkilerde onlara çok ciddi bir zaman tasarrufusağlıyor. Bu durum önemli bir gelişme olarak karşımıza çıkıyor.

Peki bu insanlar bu sayede sahip oldukları veya bir başka ifade ile arttırdıkları bu zamanı nerede kullanıyorlar? Maalesef yine bu dijital aletlerle ve bu tarz suni ve çoğu kere gereksiz uğraşlarla bu zamanlarının daha fazlasını yitiriyorlar. Bu da maalesef ciddi bir eksiklik olarak ortada duruyor.

Bu gelişmeler ve eksiklikler çerçevesinde ciddi bir fayda zarar analizi yapılmalıdır. Nihayetinde, insanlık olarak kârda mı yoksa zararda mıyız?

Sağlıklı düşünmeyi sağlayacak duraksama aralıkları oluşturmalı

Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, her dönemde bu tür iletişim araçlarıyla insanların birbirlerine aktardıkları bilginin ve mesajın niteliğinin çok daha önemli olduğuna inanmaktayız.

Bilgi ve mesaj doğru olmalı, insanın bu dünyada sahip olduğu ve kendisine bir kere bahşedilmiş olanömür nimeti içinde hakikaten yararlı, insanın hem dünyasına hem de ahiretine müsbet manada tesir eden bilgi ve mesajların nakledilmesine yaramalıdır. İnsanların bu hayatta var oluş gayesine uygun gelişmelere yol açabilmelidir

Hayatı kolaylaştırıcı tüm yenilikler ve tabii ki konumuz olan dijital alandaki tüm bu ‘gelişmeler’ hayatı çok hızlandırdı. Bu hız aynı zamanda insanların dikkatlerini dağıtıyor. İnsanların, hayatın hızlı akışının adeta dışına çıkıp, hem kendilerine hem de etraflarına bakabilmeleri gerekiyor. Günlük hız içinde ne yapıp edip sağlıklı düşünmeyi sağlayacak duraksama aralıkları oluşturmak icap ediyor. Hayatın daha anlamlı geçebilmesi için bu önemli bir zorunluluk.

Müslümanlar için günde 5 vakit namaz, yıl içinde Ramazan ayındaki oruç, ömürde en az bir kere yapılacak Hac ibadetleri, esasında bir yönüyle insanları hayatın gayesi üzerinde düşündürten, hayatın hızını kontrol altında tutmalarını sağlayan hususlar olarak, bir çok faydasının yanında bu tür bir zenginlik de kazandırıyor kanaatindeyim.

Esas gaye muhakkak ki yaratılış sebebimize uygun bir hayat yaşamak. Bahsi geçen teknolojik gelişmeler insanları böyle bir noktaya götürmüyorsa burada çok temel bir eksiklik var demektir. O zaman da bu uğraşlar ve kazanımları esasında yararlı değil içinde çokça eksikliği barındıran uğraşlar olarak nitelendirmemiz mümkündür.

Dünya Bizim, 17 Mart 2015

Kul Hakkı Unutulduğunda: Şehirlerimiz ve Şehir Hayatı

Arzu edilen en iyi durum insanların birbirlerine karşı, toplumsal yapıda yüzyıllardır kabul edilmiş yazılı olmayan ama ortak olarak benimsenen temel kurallara göre davranmaları ve birbirlerinin tabii haklarına saygı göstermeleridir. Ancak bu şekilde huzurlu bir ortak hayat mümkün olabilir. Bir şehri şehir yapmak ve orayı insanların yaşayabileceği bir yer haline getirmek için önce o şehre layık insanı yetiştirmek gerekir.

İnsanoğlu hemcinsleriyle beraber yaşayan bir varlıktır. Bu beraberliğe öncelikle aile fertleriyle başlar. Daha sonra ilk arkadaşları, komşuları, mahallesi, köyü, ilçesi, şehri, ülkesi diye uzar gider bu birliktelik. Beraber yaşarken daha ilk günden itibaren bazı şeyleri paylaşmayı öğrenir. Önce aile ortamında bir mekanı paylaşmayı öğrenir. Yatılan yerlerin, yemek yenilen sofranın, tuvalet, banyo gibi evin ortak mekanlarının birbirlerinin haklarına tecavüz etmeden ortaklaşa bir şekilde nasıl kullanılabildiğini pratik olarak görür ve gördüklerini tatbik ederek ilk deneyimlerini edinir.

Bu pratik yavaş yavaş aile ortamından dışarıya taşar. Komşularından başlamak üzere genişleyen halkada, ailede edindiği ilk pratikleri uygulayarak ortak bir yaşama kültürüne sahip olur. Bu kültürün geçmişten gelen önemli bir birikimi vardır. İnsanoğlu dünya üzerinde yaşamaya başladığı ilk andan itibaren gelişen bu pratik yüzyıllar boyunca nesilden nesile aktarılmıştır. Kutsal kitaplar, peygamberler, bilge kişiler, âlimler hep bu ortak yaşama kültürü ile ilgili temel noktaları vurgulamışlardır. Bu birikim insanoğlunun birlikte yaşama kültürünü oluşturmuştur.

Birbirimizin tabii haklarına saygı göstermek

İnsanoğlunun içinde bu kültürü rahatlıkla kabul ederek ve benimseyerek uygulayanlar olduğu gibi, kendi menfaatlerini maksimize etmek isteyen kişiler de her zaman ve zeminde ortaya çıkmıştır, çıkmaktadır ve muhtemelen dünyada hayatın sona ereceği son ana kadar da çıkacaktır. Bu tip bozuk düşünceli fertlere karşı da toplumlar belli ortak kurallar oluştururlar ve bu kuralları uygulamak için de en ufağından en büyüğüne mekanizmalar kurmaya çalışırlar.

Arzu edilen en iyi durum insanların birbirlerine karşı, toplumsal yapıda yüzyıllardır kabul edilmiş yazılı olmayan ama ortak olarak benimsenen temel kurallara göre davranmaları ve birbirlerinin tabii haklarına saygı göstermeleridir. Ancak bu şekilde huzurlu bir ortak hayat mümkün olabilir. Bunun için de o toplumda yaşayan fertlerin ailelerinden başlayarak insana ait özelliklerle donatılmış olmaları birinci şart olarak gereklidir. Osmanlıdan bize kadar gelen üçlü bir özellikle söylersek insanların tek tek akl-ı selime, kalb-i selime ve zevk-i selime sahip olmaları gerekir ki bu bahsettiğimiz türde ortak bir hayat mümkün olabilsin. Yoksa kaos ve haksızlıklar o toplumda vaka-i adiyeden bir hal olarak ortaya çıkar.

Bu genel girişten sonra bakışımızı daha dar bir noktaya çevirelim ve insanların beraberce yaşadıkları şehir ölçeğinde bazı örnekleri ele alarak bu hususu incelemeye çalışalım.

Çarpık hak anlayışı

İnsanlar kendi evlerine gıda, giyim ve sair ihtiyaçları için çeşitli malzemeler alırlar. Onları kullandıktan sonra ortaya çıkan artık maddeleri yani çöpleri de bu iş için tahsis edilmiş yerlere koyarlar veya koymaları gerekir. Çöpünü kapının önüne bırakan, pencereden sokağa atan veya seyahat ettiği aracın camından yola doğru savuran insanlar bu kurala en baştan ihanet eden kişilerdir ve bu hareketleri ile başkalarını rahatsız ederler.

Şehirlerde insanlar maişetlerini temin etmek için çeşitli dükkanlar ve iş yerleri açarlar. Bu iş yerlerinin hangi kurallarla işletileceği, iş yapan insanların bu işlerini hangi sınırlar içinde yapacakları belediye ve benzeri kurumların kendi alanlarıyla ilgili va’zedilmiş olan kanunlarıyla belirlenmiştir. Mesela bir bakkal dükkanı veya market, bu işini kendi dükkanının sınırı içinde yapmak durumundadır. Çünkü ona ayrılan yer sahip olduğu veya kiraladığı mekandır. Fakat o bakkal dükkanı veya market, mallarının bir kısmını dükkanının kapısının önüne koyarsa kaldırıma ve sokağa taşmış demektir ve diğer insanların haklarına tecavüz etmiştir. Bunu engellemek için diğer insanların illa ki belediyeye veya kolluk kuvvetlerine gitmesi gerekmemelidir. Beraber yaşama kuralları dahilinde bu konu halledilmesi gerekmektedir. Ama yaşadığımız mahallede veya şehirde bu böyle midir, maalesef hayır.

Bir lokanta veya pastahane kendi sınırları içinde müşterisine hizmet etmelidir. Kapısının önüne veya daha da ileri giderek yolun bir kısmına sandalye ve masa atıp orada müşterisini karşılayan kişiler yine başkalarının haklarına saldırmaktadırlar. Kendilerini uyaran kişilere ‘kardeşim burası benim ekmek teknem ben bunu yapmakta haklıyım’ derse bu çarpık bir hak anlayışıdır ve beraber yaşama kurallarına aykırıdır.

Beraber yaşamayı dinamitleyen hususlar

Trafikte yol emniyeti ve düzenin sağlanması için bir dizi kural geliştirilmiştir. Bazı sokaklar ve yollar sadece gidiş veya dönüş için ayrılmış, yayaların geçeceği alanlar belirlenmiş, geçme ve durmayı belirleyen ışıklar konmuştur. Kimi kişiler vasıtalarıyla ısrarla ters yönden gitmekte ve buna itiraz edildiğinde umursamaz bir tavır göstermekte, bazen bu tür durumlarda kavgalar ve gürültüler olmaktadır. Bunların her zaman illa ki trafik polisi ile çözülmesi gerekmez. Koyulan kurallara uymak ortaya sorun çıkmasını engeller. Kurala uyulmaması, uymayan kişilerin insani vasıflarıyla ilgili problemlerin olduğunu göstermektedir, bu da beraber yaşamayı dinamitleyen hususlardır.

Daha büyük yollarda yol kenarlarına acil kullanımlar için emniyet şeritleri konulmuştur. Bazı insani açıdan problemli kişiler ısrarla bu alanları kullanmakta ve bu kullanımları da sanki bir özel hakmış gibi değerlendirmektedirler. Oysa bu da açıkça hak gaspıdır.

Son dönemlerde çokça rastlanılan bir diğer husus da özellikle kalabalık olan ve park yeri sıkıntısı çekilen bölgelerde yol kenarlarının o yola yakın dükkanlar ve binalar tarafından çeşitli malzemeler konularak işgal edilmesidir. Yol kenarları aksi bir kural olmadıkça o şehirde yaşayan herkese aittir. İnsanların bir eve veya iş yerine sahip olmaları o ev ve işyerinin etrafındaki kamuya ait alanları da kendi kontrolleri altında tutmaları hakkını onlara vermez. Fakat sanki bu hak çok tabii bir durummuş gibi uygulamalar yapılmakta ve bu noktalar da beraber yaşamayı zorlaştırmaktadır.

Bir misal de imar ve iskan konusunda vermeyi düşünmüştüm fakat çok fazla örnek olduğundan bir tanesini seçebilmenin zorluğuna binaen vazgeçmek durumunda kaldım. Fakat dikey mimari – yatay mimari tartışmalarının çokça yapıldığı bir ortamda herhangi bir kişinin, küçük veya büyük bir müteahhitin inşaat yaptığı bir yerde kendisi için imar planlarının uygun gördüğü sınırların dışında bir iş yapması hem o bölgedeki hem de o şehirdeki tüm insanların haklarına tecavüz manasına gelmektedir. Çünkü onların havasına, suyuna ve en önemlisi şehir rantlarına tecavüz etmektedir. Şehrin bir değeri varsa ondan haksızca istifade etmektedir. Bu haksız işlemleri çok bariz bir şekilde yapanlar olduğu gibi çeşitli yolları kullanarak ve aklınca meşrulaştırarak yapanların da bulunduğu herkesin malumudur. Sonuç olarak hafif veya ağır hepsi aynı cümlenin içine girer.

Yukarıdakilere benzer örnekleri hemen herkesin çok sayıda verebileceği bir zeminde olduğumuzun farkındayım. Muhtemelen bunları okurken “senin dediğin de ne ki, benim başıma da şöyle şöyle şeyler geldi” veya “ben ne imar tecavüzleri gördüm, onları da zikretmek gerek” dediğinizi duyar gibiyim. Sizlerin de bu örnekleri kendi kendinize sıralamanız ve bu yazıya ilave etmeniz mümkün. Bundan sonrasındaki örnekleme faslını her birinizin inisiyatifine bırakarak devam ediyorum.

Kamu gücünün kullanımı

Bir iki örneği de kamu görevlileri için vermek istiyorum. Kamu görevlileri adı üstünde kamu için yani vatandaşlar için vazife yapmayı kabul etmiş ve bunun için kamuya ait gelirlerden maaş alan kişilerdir. Onların ana işi halkın işini kolaylaştırmak, huzurunu ve güvenini sağlamak, konulmuş kuralları uygulamaktır. Peki mesela, ana caddede hiç de vazife icabı olmayan bir şekilde hizmet otolarını park eden ve yolları tıkayan kamu görevlilerine birçok yerde rastlamaktayız. Onların bu hareketleri de esasında kamunun hakkına girmektedir. Kamu adına iş yapan o kişiler kamunun kendilerine verdiği gücü bir şekilde yanlış kullanmaktadırlar.

Çok acil bir işi yokken ters yoldan gelip yol hakkı olan araçları kamunun verdiği hakkı kötüye kullanarak sindiren ve geri geri götüren, arabasına taktığı çakarlarla çok acil durumlar için kullanılması gereken ışık ve sesleri devreye sokarak normal vatandaşlara psikolojik baskı yapan kamu görevlilerinin bu yaptıkları da diğer insanların haklarına tecavüz etme sadedinde değerlendirilebilecek davranışlardır.

Kendi menfaatlerini kendi hakları zanneden insanlar

Peki bu tecavüzler nasıl engellenebilir veya beraberce daha hakkaniyetli bir toplumsal hayat nasıl sağlanabilir? Bunun özetle iki yolu olduğuna inanıyorum. Tabii temel olarak zikrettiğim bu iki yolun dışında tamamlayıcı mahiyette başka maddeler de sıralanabilir. Ya orman kanunu denen usul ki yani hayvanların aralarında geçerli olan, güçlü olanın diğerlerini sindirdiği bir düzen veya insanların insanca davranışlar göstermeye çalıştıktan sonra geriye kalan hususlarla ilgili belli haklarını kendisine devrettikleri kamu gücünün etkin kullanımı.

Son dönemlerde acı bir şekilde gördüğümüz üzere insanlarımızda bu selim vasıflar gittikçe azalmakta ve İngiliz filozof Thomas Hobbes’un tarif ettiği gibi insanın hemcinsinin kurdu olduğu bir tarz hüküm sürmektedir.

Bu hal bir şehir hayatında sürdürülebilir mi? Maalesef hayır. Bu tarzın yeri şehir değildir. Bu tarzın öznesi olan varlık da insan olamaz, o başka bir şeydir.

Bu tarzın en iyi ifade edildiği sözü şöyle söylemek mümkün: Bu tür davranışlarda bulunan insanlar kendi menfaatlerini kendi hakları zanneden insanlardır. Oysa menfaat başka bir şey, Hak başka bir şeydir.

Bir şehri şehir yapan…

Bu halin düzelmesi için iki önemli gayret gerekmektedir. Birincisi insani özellikleri haiz fertlerin yetiştirilmesi ve toplumdaki oranlarının çok yüksek bir seviyeye çıkartılmasıdır. İkincisi de kamu otoritelerinin tarafsız bir şekilde görevlerini yapmalarıdır. Bu görevlilerin görevlerini yapmamalarının gerek tembellikten gerekse de dilimin varmayacağı başka sebeplerden olmasına da kesinlikle izin verilmemelidir.

İçinde yaşadığımız şehirlerin evlerinin çok güzel olması, her tarafın yollar, köprüler, yer altı ve yer üstü alt yapı yatırımları ile donatılması, duvarlara kadar her köşeye çiçek ve ağaç ekilmesi bir yeri şehir yapmak için yeterli değildir. O şehirle ilgili güzellemeler yapmak, o şehir için yazılmış şiirler okumak, makaleler, kitaplar yayınlamak veya şarkılar mırıldanmak da o şehri şehir yapamaz.

Bir şehri şehir yapmak ve orayı insanların yaşayabileceği bir yer haline getirmek için önce o şehre layık insanı yetiştirmek gerekir. Bununla beraber insanların beraberce yaşayabilmesini kolaylaştıran kuralları koyup onların harfiyen uygulanmasını sağlayıcı her türlü tedbiri almak da diğer önemli bir unsurdur.

Bu şehir nasıl bu şekilde insanlıktan nasibini almamış kişilerle dolu hale geldi?

Sonuç olarak ifade etmem gerekirse doğduğum günden beri İstanbul’un Fatih semtinde yaşayan ve gittikçe artan bir şekilde başka insanların haksızca muamelelerini görerek bundan derin üzüntü duyan bir kişi olarak, bu şehrin tüm mübarekliğine ve potansiyel değerlerine rağmen gittikçe yaşanmaz bir şehir haline geldiğine inanmaya başlamış bulunmaktayım.

Bu şehir nasıl bu şekilde insanlıktan nasibini almamış kişilerle dolu hale geldi?

Bu insanlar bu şehre başka yerlerden mi geldiler? Buraya gelmeden evvel de bu insani vasıflara uygun olmayan değerlerle mi dolu idiler yoksa bu şehrin genel hali mi bu insanları bahsettiğim yanlışları rahatlıkla işler hale getirdi?

Eskilerin deyimiyle İstanbul beyefendisi veya İstanbul hanımefendisi diye vasıflandırılan insan tipi ile dolu olan bu şehrin bu vasıftaki insanları nereye gittiler? Onlar ve onların çocukları da mı şehrin gittikçe bozulan bu havasından etkilenip bozuldular? Yoksa, o eski insanlarla ilgili anlatılan hikayeler de esasında sadece kurgu bir hikayeden mi ibaretti?

Veya toplumumuzda insanları insani vasıflarla yetiştiremeyen bir eğitim sistemi mi hâkim durumda da biz bunun farkında değiliz? Veya şehrin içinde insanların uyması gereken kurallara riayet edilmesi konusunda denetim ve caydırıcılık yapma görevi olan kamu görevlileri mi vazifelerini yeterli derecede yapmıyorlar veya yapamıyorlar?

Bu sorular ve bunların cevapları üzerinde çok detaylı olarak durmak ve problem olarak gördüğümüz bu noktalar umumun da problemi ise bunları çözmeye çalışmak gerekmektedir diye inanıyorum. Bu haller normal de bunları ben problem haline getiriyorsam o zaman muhtemelen benim buraları terkedip başka mekânlar bulabilmem gerekir diye düşünüyorum. Tabii ki böyle yerler hâlâ kaldıysa…

Lütfen başta İstanbul olmak üzere şehirlerimizi yaşanır bir hale getirmek için hep birlikte ve samimi bir şekilde gayret edelim. Kötülere karşı yekvücut olalım. Çocuklarımıza örnek olabilecek yetişkinler haline gelmeye çalışalım. Toplumsal kuralları hem iç motivasyon hem de kamu gücü ile ama muhakkak uygulayalım. Yoksa başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerden başlayarak hemen her yer bahsettiğim bu problemlerden muzdarip bir hale gelecek. Ve o zaman korkarım ki hiç kimse kaçıp gideceği ve insanca yaşayabileceği bir toprak parçası bulamayacak.

Dünya Bizim, 15.11.2017

İSLAMİ DÜĞÜNLERDE GEÇMİŞTE NELERE DİKKAT EDİLİRDİ?

İnsanoğlu için hayattaki önemli olayların içinde düğünler ilk sıralarda yer alır. Bu gerçek hem hanımlar, hem de erkekler için muhtemeldir ki aynı derecededir. Evlilik ile birlikte o ana kadar ayrı hayatlar süren iki insan hayatlarını birleştirmeye karar veriyorlar, aileler anlaşıyorlar ve hep birlikte ortak bir hayatı yaşamaya başlıyorlar. Evlilik hadisesi, içinde mutluluk ve hüznü de beraberce barındıran bir olay. Daha önce ailesi ile birlikte yaşayan genç insanlar o aileden kısmen ayrılıyorlar ve müstakil bir yuva kuruyorlar. Tabii bu ayrılık mutlak bir ayrılık değil ama yine de ailenin kıymetli bir çocuğu olan o genç insan artık baba ocağından çıkıyor ve başka bir haneye giriyor. Evlilikten sonra aile ile birlikte yaşamaya devam eden çiftler için bile bu ruhi ayrılık olayının yine de vuku bulduğunu ifade etmek mümkün. İşin bir yanından bakınca kısmen hüzünlü tarafı burası. Fakat aileler için evlatlarının güzel günlerini görebiliyor olmak da diğer yanı ile de mutluluk verici bir olay. Okumaya devam et İSLAMİ DÜĞÜNLERDE GEÇMİŞTE NELERE DİKKAT EDİLİRDİ?

YAKIN TARİHİMİZDE ANAYASALAR VE SOSYAL DEĞİŞİM

GENEL BİLGİLER

Ülkemizde Anayasa yerine kullanılmaya başlanan ilk kavram “Kanun-u Esasi” olmuştur. 1876 yılında hazırlanan ilk anayasa ile de meşrûtî bir idarenin temelleri atılmıştır. 1921 yılından başlayarak 1960 yılına kadar geçen devrede yürürlükte olan anayasalar için “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu” deyimi kullanılmıştır. Anayasanın Batı dillerindeki karşılığı bilindiği gibi “constitution” dur. Bu kelime ise Latince kökenli olup, “kurmak, inşa etmek” anlamına gelmektedir

Genelde anayasalar diğer yasaların üzerinde, onlardan daha geniş kapsamlı ve bütünü kuşatıcı, bir görüşe göre ise onları doğuran, onlara kaynak ve dayanak olan bir yasa diye tanımlanmaktadır.

Anayasaları taşıdıkları özellikler itibariyle bir kaç kategoriye ayrılabiliriz:

Liberal anayasalar: Bu tip anayasalarda temel hak ve özgürlükler belirlenmiştir. Yasama, yürütme ve yargı arasında güçler dağılımı gerçekleştirilmiştir. İçerdikleri hükümler arasında hükümetlerin yapmaları gereken meselelerden bahsedilmez, genel olarak toplumun normları dile getirilir. Anayasa, adeta toplumun çeşitli kesimleri arasında bir anlaşma ve uzlaşma niteliğindeki bir belge hüviyetindedir.

Pragmatik anayasalar: Bu tip anayasalarda ise hükümetlerin programlarında bulunabilecek birçok şey yer alabilmektedir. Ekonomik, sosyal ve siyasi alanlardaki politikalar, ana çizgileriyle ve planlı bir temele dayalı olarak bu tip anayasalarda yazılıdır. Genel çizgileriyle bir mutabakattan çok, eğitici ve öğretici yanları ağır basan metinlerdir. Toplumun çeşitli kesimlerinin isteklerini yansıtmaktan, onlar arasındaki bir mutabakattan daha çok, çeşitli yönetici grupların istekleri doğrultusunda topluma şekil vermeye yönelik olarak hazırlanan ve kitlelere empoze edilen anayasalardır.

Anayasalarla üzerine yapılan diğer bir tasnife göre ise, anayasalar “yumuşak” (bükülgen) ya da “sert” (katı) olarak tarif edilmektedir. Değiştirilmesi, diğer yasalara göre farklı özellikler taşıyan, özel bir çoğunluk ya da organ gerektiren anayasalara “sert anayasalar” denmiştir. 1924, 1961 ve 1982 anayasaları bu türdendir. Yukarıda zikri geçen anayasalar aynı zamanda pragmatik anayasaların da temel özelliklerini taşımaktadır.

“Yumuşak” diye tabir edilen anayasaların tipik bir örneği İngiliz Anayasası’dır. İngiliz Anayasası yumuşak bir anayasa olarak nitelendirilebilse de ülkedeki cari hukuk sistemi için de köklü gelenekleri ile hissedilir bir üstünlüğe sahiptir.

Anayasalar bir ülkenin sosyal, siyasi ve ekonomik yapısının temel dinamiklerini oluşturması bakımından büyük önem taşımaktadır. Bir ülkede yapılması düşünülen değişikliklerin yerleşmesi ve uygulanması açısından da anayasaların hatırı sayılır bir işlevi bulunmaktadır.

Ülkemizdeki anayasaları ve tarih boyunca meydana gelen toplumsal değişimleri analiz edebilmek için her iki kavramı da birbirleri ile bağlantılı olarak incelemek gerekmektedir.

Anayasa kavramı üzerine yukarıda verdiğimiz bu kısa malumattan sonra, ülkemizdeki sosyal yapının bazı temel özellikleri, genel anlamıyla sosyal değişim ve yakın dönemde ülkemizdeki sosyal değişimin serüveni üzerinde de kısaca durmak istiyorum.

ÜLKEMİZDEKİ SOSYAL DEĞİŞİMİN TARİHÎ ARKA PLANI

Türkiye’de toplumsal düzende genel anlamda ataerkil bir yapının hâkim olduğu, çok sayıda ilim adamı tarafından paylaşılmakta olan bir sosyolojik tespittir. Ataerkil yapılarda genelde üstün alta, devlet aygıtının millete, yönetici elitlerin yönetilenlere emredici bir bakış açısı bulunmaktadır. Alttakiler de bu emredici yaklaşımı, genel çerçevesiyle kabul eden bir tutum ortaya koymaktadır. Tabiidir ki tarihî süreç içinde bu ataerkil yaklaşım ve alttakilerin tutumunda belli bazı değişikler meydana gelmiştir. Fakat bu tespitimiz, genel bir trendin ortaya konulması için kullanılmakta olan bir yaklaşım olarak değerlendirilmelidir.

Toplumlarda tarihi süreçte ortaya çıkan sosyal yapıdaki değişiklikleri ifade edebilmek için kullanılmakta olan iki tanım, analizimizin kurgusu itibariyle tercih edilmiştir. Bunlardan bir tanesi; başka toplumlardaki değişimlere özenilerek o topluma uygulatılmaya çalışılan sosyal değişimler (ki orijinal deyimiyle ‘induced change’) , diğeri de; toplumun kendi iç dinamiklerinin sonucu olarak meydana gelen sosyal değişimlerdir. (ki orijinal deyimiyle’ organic change’  olarak ifade edilmektedir.)

Ülkemizde, birazdan detayları ile izah etmeye çalışacağımız değişimle, genelde başka toplumlardaki yapılara özenilerek ortaya çıkan değişimler olarak tanımlanmaktadır. Toplumumuzun ataerkil yapısından kaynaklanan özelliklerden dolayı da bu değişimler genelde yukarıdan aşağı doğru, bazen özendirilerek, bazen de zorlanılarak gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.

Bu değişim ve dönüşüme tarihî seyir içinde kısaca bakmak gerekirse;

1600’lı yılların ortalarına kadar gerek maddi güç, gerekse de hâkimiyeti altındaki alanları genişleyen Osmanlı Devleti, bilindiği gibi bu tarihlerden itibaren belli bir duraklama ve geriye gidiş süreci içine girmiştir. Osmanlı’nın maddi değerler itibariyle çağdaşlarına karşı olan üstünlüğünü kaybetmeye başlaması ile birlikte özellikle yöneticiler arasında çok farklı arayışlar ortaya çıkmıştır. Önceleri “‘Kanun-u kadîm’e dönelim, devleti, eski dönemlerdeki müesseseleri ihya ederek yeniden organize edelim” arayışıyla başlayan ıslahat teşebbüsleri zamanla farklı mecralara kaymıştır.

Bu çerçevede, ülke dışında hüküm süren, kaba hatları ile “Batılı” diye tabir edebileceğimiz düşünce ve yaşayış tarzı, ülkenin maddi gerilemesini durdurabilmek için tercih edilmesi gereken değerler olarak topluma, millete ve devlete teklif edilmeye başlanmıştır.

Bu yeni yönelimi ortaya atanlar ise; o zamana kadar toplumda önder durumunda olan âlimlerin yerini almaya başlayan ve “münevver veya aydın” diye tanımlanan; belirleyici özellikleri itibariyle farklı (özellikle de Batılı paradigmanın hâkim olduğu) bir eğitim sürecinden geçmiş kesimler ve yönetici kadrolar olmuştur.

Önce teklif ile başlayan bu süreç, zamanla, özenilen bu düşünce ve yaşayış tarzının temel değerlerinin, yukarıdan aşağıya. bazen özendirilerek, bazen zorlayarak topluma uygulatılmaya çalışılması şeklini almıştır.

Geride kalan yaklaşık 200 yılı aşkın tarihimizde görünen en önemli tercihlerden biri olan bu tercih, diğer tüm bağlı tercihleri de etkilemiştir ve etkilemeye de devam etmektedir.

Bu temel tercih değişikliğinin ana hedefi olan en önemli müessese de, İslâm dini ve onun toplum hayatında etkili olan temel değerleridir. Bu temel değerlerin zayıflatılmaya çalışılması, toplum hayatının dışına itilmesi, toplum hayatının işlevsellikten uzak köşelerine hapsedilmeye çalışılması, son 200 yıllık dönemde kısmen tahakkuk ettirilebilmiştir. Bu süreç geçen zaman içinde hızını gittikçe arttırmıştır

Sosyal değişimi hızlandırmaya çalışan kesimlerin bu çalışmalarına, İslâm dinini önemsediğini iddia eden kitlelerin teorik ve pratikteki bazı eksiklikleri de önemli oranda katkı sağlamıştır.

Bu kitleler, kendi inandıkları değerleri öğrenmek,  şeksiz ve şüphesiz inanmak,  üzerinde düşünmek ve kendi dışlarında vukû bulan değişikleri okuyarak onlara yönelik çözüm üretmek konularında maalesef yeterli bir başarı sağlayamamışlardır.

Bu eksiklik ülkemizde ve genel anlamı ile İslâm dünyasında Batılı anlamda bir sosyal değişimi gerçekleştirmek isteyen kesimlerin, belli bir dönem daha kısmen başarılı bir görüntü ortaya çıkartabilmelerine yol açmıştır.

Bu noktada şöyle bir değerlendirme yapmak da yararlı olacaktır: Zamanın değişmesi ile insanların/toplumların bağlı oldukları değerlerden bazılarının değişeceği/değiştirilebileceği konusu, tarih boyunca sürekli tartışma konusu olmuştur. Asıl olan, nelerin değişebileceği ve nelerin değişmeden kalması gerektiği ile ilgili kararların net olarak verilebilmesidir.

Değerler sisteminin bağlı olduğu temel kaynakların değişmesi elbette kabul edilebilecek bir husus değildir. Ayrıca, varlık ve varlığın sebebi ile ilgili olarak bakış açısındaki bir değişimin, inanılan değerlerin boşa çıkması demek olacağından, değişime konu edilmesi de söz konusu olmayacak diğer bir noktadır.

İslâm dinini referans alan insanlar için varlığın sebebi Yaratıcıya kul olmaktır. Bu bilgiyi aldıkları temel kaynak da Kur’an ve onu insanlara ulaştıran Yüce Peygamberin söz ve davranışlarıdır. Dolayısıyla bu iki temel konu, değişmeyecek değişkenler olarak mütalaa edilmektedir. Bunun dışındaki hususların bu temel noktalara bağlı olarak zaman içinde belli farklılıklar gösterebileceği kısmen kabul görmektedir.

Burada Batılı anlamda sosyal değişimi ülkemizde uygulamak isteyenlerin, bu temel noktalar üzerinde değişiklik yapılmasını arzu ettikleri ve toplumu bu yönde etkilemek istemeleri tespiti üzerinden hareketle sosyal değişim olgusu incelenmelidir.

Bu noktada şöyle bir sorunun cevabı üzerinde hassasiyetle durulmalıdır: Ülkemizde tarihi süreçte ortaya çıkan ve bu topraklarda yaşayan insanların temel değerlerindeki değişimi ve bunun hayata etkisini hedef alan bir sosyal değişim mutlak bir durum mudur? Bu soruya “evet” cevabı vermenin mümkün olmadığı, inanan insanlar tarafından ısrarla savunulmaktadır.

Dünyanın yaratıldığı andan günümüze kadar geçen tarihi süreçte, son 200 yılı aşkın döneme benzer birçok devre gelmiş ve geçmiştir. Fakat hiç birinde dini hassasiyeti olanların kendi inandıkları değerleri, olması gerektiği gibi savunabilmeleri konusunda gösterdikleri zafiyet ve bu hassasiyetlerini hayata uygulamaya geçirebilmelerinin önündeki engeller mutlak manada kalıcılık gösterememiştir. Belli dönemlerde değişmemesi gereken temel dinamiklerin önemini fark eden ve değişim gereken noktaları da iyi okuyup ana referans noktalarına bağlı olarak bunları geliştirebilen yeni öncü kesimler ortaya çıkmış, doğrunun ve hakkın hayata uygulanmasına mani olanların engellemeleri/dayatmaları kısmen veya tamamen ortadan kaldırılmıştır.

SOSYAL DEĞİŞİMİN ÖNEMLİ BİR UNSURU OLARAK ANAYASALAR

Yukarıda, tarihî gelişim sürecini kısaca izah etmeye çalıştığımız Batılı manadaki bir sosyal değişimi bu millete uygulatmak isteyen kesimlerin son 200 yılda kullandıkları en önemli araçlardan bir tanesi, ülke dışındaki trendlere uygun olarak ortaya çıkan anayasa çalışmaları olmuştur. Batı’da Magna Carta; bizde de kısmen Sened-i İttifak ile başlayan bu süreç, son dönem toplumsal tarihimizde göze çarpan en etkin mekanizmalarından biri olarak zikredilebilir.

1876 ve 1909 anayasaları (Kanun-u Esasi) bizim tarihimizde ortaya çıkan anayasa tekniğine uygun ilk örneklerdir. 1921 anayasa tadilatı ve 1924 anayasaları (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) dikkatlice incelendiğinde kendilerinden sonra yaşanan süreçleri nasıl etkilemiş oldukları gayet açıklıkla görülebilir.

Tabii burada anayasaları, süreçleri etkileyen tek parametre olarak ele almak da bizleri başka bir eksik analize götürebilir. Güçlü yönetici elitler, dış etkiler, büyük savaşlar ve savaş sonraları ortaya çıkan ciddi yıkımların bu değişimlerdeki önemli rolleri de inkâr edilemez.

Tabiidir ki dünyanın diğer bölgelerinde ortaya çıkan büyük değişimler, bu bölgelerde yaşayan milletlerin insana, eşyaya ve tabiata bakışlarında meydana gelen büyük bakış farklılıkları ve onların ortaya çıkardığı farklı yönelimlerin etkisi, ülkemizdeki değişimi yoğun olarak etkileyen diğer parametrelerdir.

Türkiye’de büyük halk kitlelerinin din ile bağlantılarını menfi yönde etkileyen gelişmelerin ortaya çıkmasında, anayasaların kısmen hızlandırıcı, kısmen de değişimi kontrol altında tutucu önemli rolleri olmuştur.

Tüm bu yaşanan gelişmelere rağmen, dinin toplumun genlerinde var olan kalıcı etkisi, bazen en umulmadık anlarda ve en kısıtlayıcı dönemlerde bile Batılı anlamdaki sosyal değişimi etkileyen güçlerin ve onların kontrolünde oluşturulan anayasaların hesaplayamadığı en küçük aralıklardan gün yüzüne çıkabilmiştir. Mesela 1950–1960 yılları arasındaki dönemde bu tip bir gelişme göze çarpmaktadır. (Belli bir dönem ezanın Türkçe okunması ve 1950’den sonra tekrar aslına döndürülmesi bile toplumda çok önemli bir moral motivasyonu beraberinde getirmiştir.)

Gelişen liberal-kapitalist dış etkilerin topluma tesirde bulunduğu bir dönemde, ortaya çıkan bu kısmi özgürlük ortamından, dini hassasiyetler filizlenmiş ve geniş halk kesimleri din ile farklı tonda da olsa bir ilişki kurabilmiştir. Bu ilişki, zaman zaman, sosyal değişimi farklı bir yöne götürmeyi kendilerine hedef seçmiş kesimlerin sert müdahaleleri ile kesintiye uğratılmaya çalışılmıştır.

1950’lerdeki bu gelişmeler üzerine meydana gelen sert müdahale ve sonrasındaki 1961 Anayasası, en ufak boşlukta dinle ilişki kurabilen kesimlerin, yaşanan hayata ve sosyal değişime müdahale edebilmelerini engellemeye çalışan kontrol mekanizmaları ile donatılmıştır. İkili meclis yapısı, MGK, özerk kurumlar, güçler ayrımını sağlayan mekanizmalar bu cümleden zikredilebilecek bazı örneklerdir.

Arzu edilen Batılı anlamdaki sosyal değişim ve bunu, yönetici elitlerin tüm gayretlerine rağmen tam manasıyla ve onların istediği ölçüde içselleştiremeyen geniş kitlelerin dirençleri arasında sürekli gel-gitler ortaya çıkmıştır.

Bu süreçler içerisinde salt Batılı düşünceyi savunan yönetici elitlerin uyguladıkları ihtilal, darbe ve müdahale türü sert müdahaleler sonrasında anayasalar üzerinde gerçekleştirilen değişikler, hep geçmiş dönemde göze çarpan eksikliklerin giderilebilmesi ana fikri çerçevesinde yapılmıştır.

Bugün, 1980 askeri darbesi ve sonrasında gündeme gelen 1982 Anayasası’nın şekillendirdiği bir dönem yaşanmaktadır. Bu dönemin ana yaklaşımı, geniş kitlelerin, özlenen sosyal değişime karşı ortaya çıkabilecek gelişmeleri engelleyici ve kontrol altına alıcı bir yapı oluşturabilmektir.

Demokratik rejimlerin halka verdiği yönetimi etkileme gücü, yapılan yeni anayasaların etkisi ve buna bağlı birçok farklı mekanizmayla kontrol edilmekte ve etkisiz hale getirilmeye çalışılmaktadır. Çünkü tarihi süreç içinde birçok defa görüldüğü üzere, ülke yönetiminde etkili olmaya başlayan halk çoğunluğu, umulmadık bir hızla genlerindeki İslâmi unsurlarla irtibat kurmakta ve Batılı anlamdaki sosyal değişim ile hedeflenen büyük farklılaşmalar sekteye uğramaktadır.

Ülkede yönetici elitler tarafından arzulanan Batılı paradigmaya uygun tarzdaki sosyal değişim ile halkın, hayata, eşyaya ve tabiata bakışının İslâmi hassasiyetlerden etkilenerek değil de farklı bir medeniyetin penceresinden bakılarak şekillenmesi arzu edilmektedir. Bu halin, sonuçları itibariyle çok farklı sosyal yapıları ortaya çıkarabileceğinden endişe eden bazı iç ve dış güçler, ülkenin yüzyıllardan beri iç içe olmaktan mutlu olduğu dini değerleri kısmen değiştirmek, içini boşaltmak, uygulanmasını engellemeye çalışmak, uygulamaya çalışanları itham etmek ve bu tarz yaklaşımları ‘irtica’ diye yaftalamak gibi tavırların içine girmektedir.

Bu kesimler için asıl olan, çoğu kere lâfzen ifade edildiği gibi demokratik bir cumhuriyet rejimi kurabilmek değil, ismi demokratik olan, fakat özlenen sosyal değişimi ters yönde etkilemeye yönelik gelişmeleri kontrol altında tutan ve onlara asla müsaade etmeyen bir sistemi devam ettirebilmek olmuştur.

Türkiye’de İslâm dini ve onun temel değerlerini,  yaşanan değerler olarak toplumda etkili kılabilecek bir yaklaşım, baştan beri ifade etmeye çalıştığımız sosyal değişimi önemseyen kesimlerin kabul etmek istemedikleri bir husustur. Ülkeyi Batılı değerler çerçevesinde değiştirmek isteyen sosyal değişimcilerin adeta kırmızı çizgisi bu olarak görünmektedir.

Analizimizin sonuna doğru gelirken iki sorunun cevabını araştırmak anlamlı olabilir:

Tüm bu çalışmaların ana hedefi olan geniş halk kitleleri sosyal değişimi önemseyen kesimlerle aynı fikirde midir?

Tarihî süreci dikkatlice incelediğimizde gözümüze çarpan en önemli husus, değiştirilmek istenilen dinden gelen değerler 200 yıllık aksi gayretlere rağmen, halk için halen önem taşımaktadır. 200 yıllık süreçte bu topraklardan milyonlarca insan gelip geçmesine rağmen Batılı değerlerin üzerine kurulmaya çalışılan bir sosyal değişim projesi istenen başarıya ulaşamamıştır.

Fakat bu sosyal değişim konusunu büsbütün başarısız ve etkisiz olarak değerlendirmek de mümkün değildir. Kısmî bir sosyal değişim ortaya çıkmıştır. Vukû bulan sosyal değişim sürecinde,  yukarıda ifade edilen ve değişmemesi gereken bazı değişkenlerin bile sorgulanmaya başladığı görülmüştür.

Bu sosyal değişimde yazımızda ifade ettiğimiz gibi dini önemseyen kesimlerin bazı yetersizlikleri de rol oynamıştır. Sonuç her iki yönelim için de mutlak manada arzu edilen bir hâl olmamıştır

Bu noktada kısmî bir uzlaşı mümkün müdür?

Belki de ulaşılması gereken nokta, kısmî bir uzlaşı noktası olmalıdır. Bu ülkenin tarihî gelişimi ile uyumlu fakat aynı zamanda dünyanın aldığı seyirle tam anlamıyla tenakuz göstermeyecek bir ara yol/formül bulunabilmelidir.

Bu ara yolun/formülün bulunabilmesinde en önemli merhale, bundan sonrasında yaşanması istenen toplumsal hayatı uzlaşı içinde yaşamaya imkân verecek, halkın isteği üzerinde vesayet kurulmasına imkân tanımayan, bir sosyal mutabakat ve bunun teknik ismi ile anayasa metni oluşturmaktır.

Bu anayasa, ülkenin en önemli gerçeği olan İslâm dininin temel değerlerini önemseyen kesimlerin, kalben onayladıkları değerleri yaşayabilmelerine imkân verecek açılımları içinde barındırmalıdır.

Yeni anayasa metni inancına uygun yaşamak isteyen insanların kendilerinin, aile yapılarının, çocuklarının hayatlarına karışılmasını engelleyen bir anlayışla kaleme alınmalıdır

Yeni anayasa insanların hayatlarıyla, eğitimleriyle, kültürleriyle, ekonomik aktiviteleri ile ilgili konularda onlara zorla istemedikleri değerleri dayatan bir metin olmamalıdır.

Böyle bir anayasa, aynı zamanda, Batılı anlamda sosyal değişim isteyen kesimlerin arzu ettikleri noktaları, dayatmacı bir tarzda değil de serbest bir ortamda ortaya koyabilecekleri bir toplumsal mutabakat metni olmalıdır.

Maksat, halkın çoğunluğunun isteklerinin toplumda hâkim olduğu ve azınlıkta kalanların da haklarının korunduğu bir sistemse ve bu sistem de demokratik bir cumhuriyet ise, bu sistem üzerinde de toplumda bir uzlaşı var ise, bu sistemi toplumsal bir sözleşme olarak ortaya koyan kapsayıcı bir çalışma yapılabilmelidir.

Milletin tüm fertleri, dengeli, katılımcı, barış içinde bir arada yaşama esasına dayalı, 200 yıllık Batılılaşma sürecini de, dini ve ahlakî normlara bağlı olarak geçen bin yıllık tarihi birikimi de dışlamayan, yumuşak bir anayasa yapılması konusunda ellerinden gelen tüm katkıyı göstermelidir.

Bu ülkede yaşayan her fert, en az bir diğeri kadar bu ülkenin evladıdır ve bu ülke sınırları dâhilinde adalet temeline dayalı, hakça ve insanca yaşama hakkına sahiptir.

Ülkemizde kâmil manada din ve vicdan hürriyeti, teşebbüs hürriyeti, düşünce, ifade ve örgütlenme hürriyeti, gereksiz sınırlandırmalardan arındırılmış olarak tüm vatandaşlarımız için sağlanmalıdır.

Bu ülkede yüzyıllar boyu böyle bir hoşgörü ortamı içinde yaşamış bir milletin, içine düştüğü böylesi bir sıkıntılı ortamı da bu tarz bir yaklaşımla aşacağına inanıyorum

 

ERHAN ERKEN/ Dünya Bülteni 15.12.2011

BAKIŞ AÇISI

İnsanoğlunun önemli meziyetlerinden bir tanesi de, diğer varlıklara ve olaylara farklı açılardan bakabilmesidir. Dünyayı algılamaya çalışan insan, aynı zamanda diğer insanların da kendisini veya şahit olduğu olayları nasıl değerlendirdiklerini veya değerlendirebileceklerini tahayyül etmeye çalışır.

Bu özelliğin henüz gelişmediği küçük çocuklar, gözlerini kapattıkları zaman etraflarını göremedikleri için, kimsenin de kendisini görmediğini zannederler. Yaşları ilerledikçe kendisi dışındaki insanların farklı bakış açıları olabileceğini kavrayan çocukların bu tür hataları tekrarlamadıklarına şahit oluruz.

Hayvanlarda bu özelliğin olmadığına en bariz örnek ise, çok meşhur olan devekuşunun kafasını kuma gömmesidir.

İnsanoğlu, zikri geçen bu mükemmel özelliğini geliştirebildiği ölçüde kendi düşünce ufkunu da, etrafında cereyan eden olaylara vukûfiyetini de geliştirir. Kendisini tüm yönleriyle daha iyi kavrayabildiği gibi, içinde bulunduğu zaman ve mekân boyutunun da dışına çıkabilir, yaptıklarını ve yapması gerekenleri farklı bakış açılarıyla yeniden değerlendirebilir.

Helikopter veya uçak yolculukları, fizîki olarak değişen bakış açısının düşünce boyutuna yaptığı müspet tesiri gösteren en önemli örneklerdendir. Uçak yolculuğunun yarım saat öncesinde aynı seviyeden bakılan insanlara, yaşanılan şehre, yukarıdan ve çok geniş bir alanı kuşatabilecek tarzda bakabilmek, o mekânlarla ilgili daha kapsayıcı yorumlar yapabilme imkânı sağlar.

Şimdi, bir an için, içinde yaşadığımız “zaman boyutuna”, o boyutun dışına çıkabilme imkânımızın olduğunu düşünerek, “dışarıdan” baktığımızı var sayalım ve biraz zihin jimnastiği yapalım.

İnsanoğlu ve onun hizmetine sunulmuş olan varlıklar için yaratılmış “zamanı” adeta bir şerit veya cetvel gibi tahayyül edelim. Bizden evvelkilerin devirlerini birbirleriyle mukayeseli olarak inceleyelim. Tabii bu arada kendi bulunduğumuz zaman noktasını da tüm detaylarıyla analiz edelim.

Bizi yaratan Yüce Allah’ın bizi yarattığı zaman dilimi içinde, bizden neler istemiş olabileceğini tespit etmeye çalışalım. Ayrıca bu zaman dilimini tarih içinde hangi dilimlerle benzeşme gösterdiğine dikkat edelim…

Bu analizimizle birlikte, geçmiş dönemlerde atılmış ve aslında kendi zamanında çok da önemli gibi görünmeyen, belki şimdilerde basit diye algılanabilecek nice adımın, başlatılmış hareketin, tohumu atılmış küçük bir organizasyonun, zaman çizgisi içinde daha ilerilerde, ne kadar önemli fonksiyonlar icra ettiğine tanık olacağımıza inanıyorum.

Bütün bunların ötesinde, bu tür bir zihin jimnastiği, insanoğlunun, insanlık tarihinde sadece küçük bir noktadan ibaret olduğunu, yaşadığı ortalama bir ömrün ise insanlığın üzerine serpiştirildiği zaman çizgisinde küçük aralıklardan bir aralık olduğu gerçeğini bizi gösterecektir.

Zaman çizgisinin başlangıcından bugüne kadar, Allah’ın kendisinden beklediği vazifeleri hakkıyla yerine getirmiş olan kullar, vazifelerini yerine getirmekle, zaman çizgisi üzerinde müspet tesir icra etmişler, hayırla yad edilen bir nokta olmuşlar ve yaşadıkları kısa zaman aralığını, kendilerinden sonraki dönemlere örnek olarak taşıyabilmişlerdir.

Burada kendimize şu soruyu sormamız gerekiyor; şu anada bulunduğumuz noktaya, “zaman boyutunun” dışına çıkmaya çalışarak bakarsak, acaba bizler bu çizgide nasıl bir yer alacağız?

Her birimizin, kıyamete kadar sürecek “zaman çizgisinde” zamanları aşan bir “nokta” olarak yer alabilmemizi temenni ediyorum.

ERHAN ERKEN

MÜSİAD BÜLTEN Eylül 1995