BİRİNCİ SINIF FİKİRLERİN ORTAYA ÇIKMASI İÇİN GAYRET ETMENİN ÖNEMİ

 

Geçtiğimiz ay bir yayın kuruluşumuzun düzenlediği Necip Fazıl ödüllerinin sahiplerine takdim edildiği bir toplantı yapılmıştı.

Bu organizasyonda “Fikir Araştırma Ödülü” sahibi Prof. Dr. Ahmet Ayhan Çitil’in ödül töreninde yaptığı kısa konuşmasının linkini bir arkadaşım bana göndermişti.

Oradan seyretme imkanım oldu. Bu yazımızı okuyanlar arasında da muhtemelen izlemiş olanlar bulunabilir.

Bu konuşma kısa fakat içerdiği derin anlam dolayısıyla benim açımdan çok dikkat çekiciydi.

Kaleme aldığımız yazımızda bu konuşmanın verdiği ilhamla kısa birkaç noktayı paylaşmayı arzu etmekteyim

Prof. Ayhan Çitil 1991 de Boğaziçi Üniversitesi, Endüstri ve İktisat bölümlerinden çift ana dal bitirerek mezun olmuş.

Daha sonra Felsefe alanına kaymış ve yüksek lisans ile doktorasını felsefe alanında yine Boğaziçi’nde tamamlamış.

Şu an 29 Mayıs Üniversitesinde Edebiyat-Felsefe bölümünde hocalık yapıyor.

Ayhan hoca konuşmasına başlarken üniversitede öğrenci etkinlikleri komisyonu içinde yer aldığı ve bu çerçevede öğrenci kulüpleri ile ilgili olduğu bilgisini paylaşıyor..

Bu vazife ile ilk ilgilenmeye başladığı zamanlarda öğrencilerden daha derin düşüncelere merak gösterecekleri, daha derin okumalar yapacakları ve düzenleyecekleri etkinliklerde konularının uzmanı olan kişileri davet edip onlarla birlikte olacakları öneriler beklediklerini ifade ediyor.

Fakat daha sonra bakmışlar ki çocuklar genellikle pratik sonuçları olan ve hemen karşılığını görebilecekleri faaliyetleri önermişler.

Mesela felsefe kulübüne üye olan öğrenciler komisyona sadece kermes yapma önerisi getirmişler.

Bu faaliyet neticesi bir para toplanacak ve bir kardeş köy okulu seçilerek ona destek sağlanacak, kitap götürülecek vs…

Sonrasını şöyle anlatıyor Ayhan hoca: “Acaba niye böyle” diye düşününce anladım ki diyor; “Çocuklar bu sayede daha net ecir alacakları ve daha net sevaba gireceklerini düşündükleri pratik alanlara yöneliyorlar.”

Hoca ve arkadaşları kendi kendilerine şöyle soruyorlar: Peki bunlar kötü mü?

Hayır bunlar da güzel şeyler.

Fakat “ben” diyor, hoca. “Alanımı önemsediğim için çocukların daha derin düşüncelerle ilgilenmelerini arzu ediyordum ve ulaşacakları sonuçların hem İslâm dünyası hem de insanlık için çok daha hayırlı sonuçlar ortaya çıkmasına neden olacağına inanıyordum. Ve bu sayede çocukların bu faaliyetlerinin çıktılarının, kendilerine  daha fazla ecir getireceğine inanmalarını istiyordum. Ömrümü hep buna yani derin düşünmenin ve felsefenin önemine adadım.” diyor.

Devamında şöyle diyor; “İslâm dünyasının  bugün önemli problemleri var. Yoksullukla ilgili, göçmenlik meseleleri ile ilgili, savaşlarla ilgili, çökmüş devletlerle ilgili. Tabii birçok ekonomik ve sosyal problemleri de bunlara ilave edebiliriz. İslâm dünyası bu tür önemli kriz ve problemlerle tarihi süreçte birçok sefer muhatap olmuştur.”

ÇÖZÜM YOLU DERİN DÜŞÜNCEDEN GEÇİYOR

Söz buraya geldiğinde hocanın benim de çok önemli gördüğüm tespiti devreye giriyor:

“İslâm dünyası karşılaştığı tüm bu krizlerden daima birinci sınıf düşüncelerle, çok kaliteli fikir ve düşünce insanlarının ürettiği fikirlerle çıkmıştır. Ben bunun çok önemli olduğunu tesbit etmişimdir.” diyor.

Ve bazı örnekler veriyor:

“Bunlardan en çarpıcı olanı 1200’lü yıllarda yaşanmıştı.” diyor. “Bir yandan Batı’dan Haçlı orduları Anadolu’dan geçerek Kudüs’e doğru uzanan bir rota üzerinden dönem dönem saldırılar düzenliyorlardı. Öte yandan Doğu’dan Moğol akınları sürekli Türk dünyasını ve Anadolu’yu tehdit ediyordu. Bu dönemlerde ayrıca iç problemler de yoğundu. Büyük  Selçuklu yıkılmış Anadolu’da küçük devletçikler ve beylikler ortaya çıkıyordu ve hepsini kuşatacak bir yapı oluşamıyordu.”

“İşte bu sıkıntılı dönemlerde İslâm dünyasının içerisinde bir yerlerde tasavvufî düşünce ve metafizik alanında önemli kişiler ortaya çıktılar ve fikirlerini, yorumlarını insanlarla paylaşmaya başladılar. Ders halkaları oluşturdular.”

Ayhan hoca bunlar arasında Sadrettin Konevi’yi, Muhyiddin İbn Arabi’yi, Mevlana Celaleddin Rumi’yi özellikle zikrediyor.

Ben de ilave olarak aynı dönemlerde Anadolu’da etkin olan Ahîlik organizasyonun kurucusu Ahî Evran’ ı da eklemeyi yararlı buluyorum.

Bu kişiler fikir düzeyinde çalışmalar yapıyorlar, ahîlikte olduğu gibi güzel bir kurgu oluşturuyorlar,  ilave olarak da insanların gönüllerine dokunuyorlar.

Adeta yepyeni bir sosyal yapının kurgulanmasına yol açıyorlar.

Bu saydıklarımız ve bunun gibi bazı zatların katkıları ile Anadolu coğrafyası daha sonraki dönemlerde ciddi bir birliğe kavuşuyor ve asırlar boyu bu sağlam yapısını muhafaza ediyor.

Yaşanan tüm badirelere rağmen bugün bize kadar gelen önemli bir ruh muhafaza ediliyor.

Ahîlik organizasyonuna baktığımızda da yıllar boyu İslâm coğrafyasında çok etkili bir meslekî ve ruhî birlik organizasyonu olarak hüküm sürdüğünü görüyoruz.

Etkileri bugün bile meslek örgütlerimizin içerilerinde devam ediyor.

Bugün “Anadolu irfanı”, “Anadolu hamuru” diye adlandırabileceğimiz birlikteliğin altını kazısanız bu birinci sınıf düşüncelerin tesirini görebilirsiniz.

BATI’DAN DA BİR ÖRNEK VERMEK GEREKİRSE

Bu noktada bir örnek de Batı’dan vermek istiyorum. Hepinizin bildiği gibi dünya tarihinin yaşadığı neredeyse en büyük buhranlardan biri olan 1929 Büyük Ekonomik Buhranı ABD’de başlamış ve sonrasında tüm Avrupa’yı ve dünyayı etkilemiştir.

Bu önemli buhranın etkilerini yakînen inceleyen büyük iktisatçı Keynes, kendi alanında  birinci sınıf bir düşünce üreterek kendinden sonraki dönemlere adeta damga vurmuştur.

Ne olmuştur kısaca bakarsak:

“Klasik İktisat düşüncesine göre ekonomi tam istihdam düzeyinden herhangi bir nedenle uzaklaşsa bile hiç müdahaleye gerek olmadan piyasanın doğal düzeni işlemeye başlar ve bir süre sonra otomatik olarak denge sağlanır, ekonomi tekrar tam istihdam düzeyine ulaşır.”

Yani Klasik iktisatçılara göre hükûmetler piyasaya hiçbir şekilde müdahale etmemeliler, piyasada tam anlamıyla “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.” (laissez faire, laissez passer) ilkesi tam anlamıyla geçerli olmalıdır.

Bu varsayımlar altında klasik iktisatçılar; hükûmet tarafından müdahale edilmeden tam istihdama ulaşılması sonrasında ekonomideki durgunluk, işsizlik, enflasyon gibi sorunların kendiliğinden ortadan kalkacağını savunuyorlardı.

Ancak 1929 Dünya Buhranı bu varsayımların geçerli olmadığını gösterdi.

Geçen uzun yıllara rağmen ekonomi bir türlü otomatik olarak tam istihdama ulaşamadı ve işsizlik, durgunluk sorunları çözülemedi.

John Maynard Keynes, ünlü başyapıtında açıkladığı görüşleri ile klasik iktisatçıların bu varsayımlarının yanlış olduğunu belirterek kendi varsayımlarını ortaya koydu.

“Keynesyen iktisat” olarak da tanımlanan bu görüşleri ile Keynes’e göre ( çok genel anlamı ile ifade etmek gerekirse) ekonomide ciddi sorunların yaşandığı ortamlarda hükûmetler, para ve maliye politikaları aracılığıyla ekonomiye müdahale etmeliler, piyasada dolaşımda bulunan para arzını arttırarak canlandırmalılar ve ekonominin tam istihdama yaklaşmasına yardımcı olmalılar.

Keynes’in bu düşünceleri özellikle İkinci Dünya savaşı sonrası neredeyse tüm kapitalist dünyada uygulanmıştır. Yaklaşık 1980’li yılların başına kadar tesirini sürdürmüştür. Halen de bazı kriz dönmelerinde bu görüşlere başvurulmaktadır.

SONUÇ OLARAK

Bu örnekleri daha fazla artırmak istemiyorum. Sanırım bu örnekler meramımızı anlatmak için yeterli olacaktır

Yazının bir çok noktasında kendisine referans verdiğim değerli hocamız Prof. Dr. Ahmet Ayhan Çitil’in de işaret ettiği gibi toplumların özellikle sıkıntılı ve krize düştüğü dönemlerde acil tedbirler ve kısa dönemli kararlar önemli olmakla birlikte asıl olan derin düşünceler ve birinci sınıf fikirlerin ortaya çıkabilmesidir.

Bu fikirlerin de hem içinde bulunulan dönemi hem de daha geniş bir alanı kuşatabilmesi insanlık adına önemli bir hizmet olacaktır. Yani bu tür hedeflere odaklanmak kıymetlidir.

Bunun için birinci sınıf bir insan eğitimi ile bu tür fikirlerin ortaya çıkacağı vasat yâni ortam şarttır. Bu tür vasatların ortaya çıkması için teşvik edici olabilmek büyük önem taşımaktadır.

İnşallah bizler de içinde yaşadığımız dönemin önemli sorunlarını çözebilmek veya en azından bu hedefe yönelik gayret edebilmek adına ince ve derin düşüncelere gerektiği oranda önem verenlerden oluruz

HİZMET SEKTÖRÜ VE EKONOMİ İLİŞKİSİNİN DENGESİ NASIL KURULMALI? (KÜLTÜR EKONOMİSİ) KÜLTÜR ENDÜSTRİSİ VE TIBBİ HİZMETLER ÖRNEKLERİ

( Bu yazı 19 Şubat 2024 tarihinde Çapa Tıp Fakültesi Onkoloji kürsüsünde verilen aynı başlıktaki seminerden uyarlanarak hazırlanmıştır)

Konumuza başlarken öncelikle “Kültür Ekonomisi ve Kültür Endüstrisi” kavramı ile ne anlatılmak isteniyor, birkaç cümle ile onun üzerinde durmakta yarar var.

Kültür Ekonomisi veya daha yaygın kullanılan şekliyle “kültür endüstrisi” kavramı; müzik, sinema, resim, mimari, belgesel, edebiyat (kitap, dergi gibi tüm yazılı ve dijital eserler), hatta son dönemlerde artan bir ilgi alanı olarak hat, ebru, tezhip türü geleneksel sanatlarımızı da içine almaktadır. Bütün bu kültürel ürünlerin rasyonel biçimde belli bedeller karşılığında alınıp satılabilir hâle getirilmesi durumu olarak tarif edilebilir

1930’larda ilk olarak Frankfurt Okulu’nda ortaya çıkan “kültür endüstrisi” kuramı; toplumsal hayatımızın en önemli parçalarından birini oluşturan kültürel unsurların da tıpkı maddi eşyalar gibi endüstriyel olarak üretildiğine, kullanma kılavuzlarıyla birlikte paketlenip kitlesel bir ürün haline getirildiğine ilişkin kritik bir bakış açısı sunmaktadır.

BM bünyesinde 1964 yılında “Yaratıcı Endüstriler Birimi- UNCTAD” birimi oluşturulmuştur. Kültür endüstrisi kavramı Batı’da özellikle 1970’lerden sonra daha çok kullanılmaya başlanmıştır.

Ülkemizde, özellikle 2000’lerden sonra yaratıcı endüstriler ve kültürel varlıklar üzerine artan bir ilginin gelişmeye başladığı görülmektedir.

Bu alanlar aynı zamanda ayrı bir başlık olarak Hizmet Sektörü içinde kendine yer bulmaktadırlar. Konumuzun diğer ayağı olan tıp alanı da yine Hizmet Sektörü içinde değerlendirilen bir alandır.

Bu çalışmamızda hizmet sektörünün bu iki alt alanı ele alarak onların ekonomi ile münasebetlerini karşılaştırmalı olarak değerlendireceğiz. Bu iki alanın karşılaştırmalı olarak ele alınması gündeme geldiğinde acaba kadim kültürümüzün önemli eserlerinde bu konularda neler söylenmiş olabilir diye bir bakmakta yarar gördük. Gördüğümüz nokta bir hayli ilginçti:

BU KONU MUKADDİME’DE NASIL YER ALMIŞ?

Mukaddime adlı meşhur kitabıyla tanıdığımız İbn Haldûn’un bu eserinin  1. Kitab’ının 4.Bölüm’ünün 29. Faslı’nın “Tababet”, 30. Faslı’nın “Yazı” olduğunu öğrenmek hakikaten enteresan bir tevafuk oldu.

Bu iki konunun önemli bir kitapta arka arkaya gelmesi aralarında var olan bir yakınlığın tezahürü müydü diye düşünmemek elde değil.

Peki ya 31. Faslı?  O da “Kâğıtçılık Sanatı”.

Orada da ilmî kitap, eser ve siciller yazmak, istinsah etmek yani metni çoğaltmak ve yazıları ciltlemek gibi işlerle meşgul olan ‘kâğıtçıların’ ortaya çıkışını anlatıyor.

İbn Haldûn bunun aynen tıpta olduğu gibi ‘bayındır ve medenî hayatın geliştiği büyük şehirlere mahsus’ olduğunu belirtiyor.

İslâm toplumlarında daha önce sultanın emir ve talimatları, mahkemelerin hüccet ve senetleri çoğaldığından bunların ince derilere yazılması imkânsız hale gelmiş ve kâğıt kullanımına geçilmiş.

Burada izninizle kâğıdın tarihi ile ilgili bir küçük parantez açalım;

KÂĞIT NEDEN ÖNEMLİ?

Kâğıdın ilk olarak Çinliler tarafından bulunduğu ifade edilmektedir. Kaynaklar, bu buluş için MS 105 tarihini veriyor.

Bazı araştırmacılara göre kâğıt sanatı İslâm toplumlarında, Talas Savaşı’nda alınan Çin’li esirler aracılığı ile 756’da başlamıştır. Başta Bağdat olmak üzere birçok şehirde kâğıt üretilmeye başlanmış.

Müslümanlar kâğıt yapımı için kenevir ve keten kullanmışlar. Doğu’dan Batı’ya doğru kullanımı yaygınlaşan kâğıt o dönemde Müslümanların kontrolü altında olan İspanya ve Portekiz’e yani Avrupa kıtasına da ulaşmış.

1120 yılında ise İspanya’nın Valencia şehrinde ilk kez bir kâğıt fabrikasının kuruldu biliniyor.

Belgeler, XV. yüzyılda Osmanlı sarayında hem Doğu hem Batı menşeli kâğıtların kullanıldığına işaret ediyor.  Âlî Mustafa Efendi’nin verdiği bilgiye göre XVI. yüzyılda Osmanlı bölgesine Şam, Semerkant, Çin, İran ve Hint menşeli kâğıtlar gelmekteymiş.

Osmanlı Devleti’nde bilinen ilk kâğıt imalâthanesi XVIII. yüzyılda açılmıştır.

1729’da ilk Türk matbaası faaliyete geçince ciddi olarak kâğıda ihtiyaç duyuluyor. Burada basılan eserlerin filigranları ise kâğıtlarının değişik yerlerden ithal edildiğini gösteriyor. Bundan da matbaanın belli bir kâğıt stokunun olmadığı anlaşılıyor.

Bu sebeple İbrâhim Müteferrika, 1741’de Yalakâbâd’da (Yalova) bir kâğıt imalâthanesi kurmak için teşebbüse geçiyor ve bu amaçla Lehistan’dan (Polonya) kâğıt ustaları getirtiyor.

1700’lerin sonundan itibaren birkaç kâğıt fabrikası teşebbüsü olmuş fakat bir türlü devamlılığı olmamış, Cumhuriyet döneminde SEKA (İzmit, 1934) fabrikaları kuruluyor.

Bunları zikretmemizin nedeni biraz da şu: Kâğıt çoğu zaman kolay bulunamamış, çok kıymetli bir meta. Dolayısıyla da hürmet edilen bir değer.

Üstelik bu metaı kullanan hattatlar, matbaanın yaygınlaşmasına kadar ihtiyaç duyulan bilgileri o kolay bulunamayan kâğıtların üzerine elle yazıp eserleri çoğaltıyorlardı.

Sahaflar ise o dönemlerde bu çoğaltma işini yapan kişiler. Özellikle dinî kitaplar ve Kur’ân-ı Kerîm bu yolla çoğaltılıyor. Bu noktadan bakıldığı zaman bir tür kutsallığı olan bir işten ve malzemeden bahsediyoruz.

Bu nedenle Türkiye’de belli bir dönem kitapçılık, özellikle de dinî kitap yayıncılığı kısmen kutsal bir iş gibi algılanmıştır. Kâğıda hürmetle bakılması da, muhtemelen onun çok değer verilen bilgilerin yayılma vasıtası olarak kullanılmasıyla ilgili olmalı.

El yazması kitapların önemli bölümünün vakıf eser olması bu bakış açısının yerleşmesinde önemli bir etken olsa gerek.

Uzunca bir süre bu işleri salt para kazanmak amacıyla yapanlar pek muteber bir iş yapmıyorlar şeklinde algılanmıştır. Mesela Kur’ân-ı Kerîm’lerin arka tarafında “hediyesi şu kadar kuruş” veya “hediyedir, para ile satılmaz” diye yazardı. Üzerine para yazmak adeta ayıp gibiydi.

Zamanla kültür endüstrisi kavramı ve kavramı ortaya çıkaran bakış açısının yaygınlaşmasıyla bu alanların ekonomik getirisi üzerinde daha dikkatli durulmaya başlandığı görülmektedir.

Kültür endüstrisinin ekonomik getirisi sayesinde ortaya çıkan olumlu etki, bu alanlara ilgiyi arttırmıştır. Bu konunun bir boyutu.

Peki, bu eserlerin sadece bir meta, yani mal olarak ele alınması ve algılanması acaba doğru bir şey mi? Sadece parasal değerinden söz edilen ürünler bize iç rahatlığı sağlıyor mu? Bu noktada dikkat edilmesi gereken şey, bunun ölçüsünün ayarlanabilmesi. Çizgi nereden çekilmeli? Veya illa bir çizgi çekmek gerekir mi? Bu da konunun bir diğer boyutu.

Özellikle eski devirlerde; yazarlık, çizerlik, sanatkârlık ve kültür adamı olma, farklı bir görevi, misyonu ve konumu olan insanlara mahsus tanımlardı. Bu da o insanların sanki parayla işleri yokmuş gibi algılanmasına sebep oluyordu. Bu insanlar, sadece hizmet etmeli, parayı pulu düşünmemeli gibi bir tasavvur vardı. Oysa onların da maddi ihtiyaçları ve sorunları olabilirdi, bu da çok normal bir şeydi. Elbette bu durum hâlâ aynı derecede önemli.

Bunun aksiyse, son dönemlerde gittikçe artan ve bu konuların neredeyse tamamen maddi merkezli yapıldığı durumlardaysa işin tadının ve hassasiyetinin kaçıyor oluşu. Paradan puldan bahsetmezseniz bu kez o işlere ilgi azalıyor ve sadece bir avuç tabiri caiz ise o işlerin sevdalısı kişiler o alanlara yöneliyor.

Eskiden hayat şartları hakikaten farklıydı, zanaatkâr denilen, el emeğiyle geçimini temin eden  insanlar, toplumdaki  gerçek ihtiyaçlara yönelik hizmet üreten kişilerdi. Örneğin ulemâ ve sahaflar öyle olduğu gibi, dülger ve demirciler de öyleydi.

Zamanla bu işlerde de önce talebin oluşturulması, ardından arzın ortaya çıkartılması süreçleri işlemeye başladı.

Kültür ekonomisi de böyle gelişmeye başladı. Eskiden insanlar dikkatlerini çeken Allah’ın ayetlerini veya hadîs-i şerifleri veya çeşitli özlü sözleri, hattatlara yazdırıp evlerinin duvarlarına asarlar, birbirlerine hediye ederler  ve bunları da dinî hassasiyetle yaparlardı.

Modern zamanda “koleksiyoner”, diye bir kavram ve meslek ortaya çıktı. Koleksiyonerlerin birçoğu, müzayedelerde tabloları ve eserleri toplayıp adeta bir güç gösterisi olarak çeşitli mecralarda sergiliyorlar. Samimi niyetlerle sergileyenleri tenzih etmek isterim. Mevzu bahis ettiğimiz kesimler o eserlerin içerikleri ile çok da fazla ilgileri olmayan ama onları sadece bir koleksiyoner olarak değerlendiren kişiler.

Orada bu tablolar sanki artık birer “meta” haline geliyor. Bu noktada bu eserlerin içeriklerini önceleyen kişiler derin bir iç rahatsızlığı duymakta.

TELİF HAKLARI

“Kültür endüstrisi” kavramı içinde önemli bir diğer nokta da ortaya çıkarılan kültürel değerin üreten adına tescili ve telif hakkının tespit edilmesidir. Tıpkı sanayi ürünlerindeki markalar gibi.

Örneğin, bazı el yazması eserlerin arkasında “bu bir vakıf eserdir, alınıp satılamaz” yazmaktadır. Böyle bir durumda “eski eserlerin alınıp satılması ile uğraşan kişilerin bu tür eserleri bilerek alıp satmaları ne kadar doğrudur?” sorusu akla geliyor.

İlave olarak eski eserlerin birçoğunda müellifi tarafından yazıldıktan sonra o esere birçok şerh ve haşiyenin eklenmesi geleneği bulunmaktaydı. Bir eser adeta anonim bir şekilde vücuda getirilmekteydi. Bugünkü manada telif hakkı dediğimiz mefhumun çok dışında bir uygulama yapılmaktaydı.

Bu tür eserleri meydana getirenler için en önemli gaye o bilgilerin yayılmasıydı ve âlimler bu sürece katkı vermekten mutluluk duyarlardı. Ana hedef de yaratıcının takdirinin kazanılmasıydı

Bu “telif hakkı” veya “markalaşma” denilen şey esasında modern zamanların ürünü bir gelişme. Bugünün mantığı ile ele alındığında birçok kişi en son tanzim eden olarak ortaya çıkardığı bir eseri, bir fikri, sanki haşa kendisi sıfırdan yaratmış gibi değerlendirebiliyor. Bu eserleri ortaya çıkaran kişilerin önemli bir bölümü kendilerini toplumun bir miktar da üzerinde görebiliyor. Sanki çok daha özel insanlar gibi algılanmalarını bekliyorlar. Özellikle toplumda belli bir tanınırlık ve bilinilirliği olan kimi kültür endüstrisi mensuplarında bu tür tavırları gözlemleyebilmek yüksek oranda ihtimal dahilinde. Tabii burada tüm şöhretine rağmen mütevazılığını kaybetmeyen örnekleri bu anlatılanların dışında tutmak gerekir.

Oysa ince düşünüldüğünde zihni bir çaba ile bir fikir, bir değer üreten insanın onu tek başına üretmediği çok açık.

O insan yıllar içinde toplumdan, çevresinden, hocalarından kitaplardan çok şey öğreniyor. Asırların birikimini kullanıyor. Üstelik tüm bunları yaratıcının onda oluşturduğu üstün kabiliyetlerle kendisine bahşedilen akli ve zihni melekelerle yapıyor.

Fakat tüm bunlara teşekkür edip onların hakkını ben nasıl öderim, diyeceğine “bunları ben yaptım” deyip kendini merkeze oturtuyor.

Tabii bu aşamada şöyle bir hatalı noktaya sürüklenmek de doğru değildir: Son üreticinin hakkı teslim edilmemeli mi? Edilmeli, ama bugünkü mantıkta çok fazla hâkim olan o “mutlak manada eserin tek sahibi” tarzındaki telif anlayışı üzerinde hassasiyetle durulması gerektiğine dikkat çekmek isterim.

İNSANLARIN ZİHİNLERİNE VE DOLAYISIYLA HAYATLARINA ONLARIN RIZASINI GÖZETMEDEN MÜDAHALE NE DERECE DOĞRU?

Kültürel alanın endüstrileşmesi, bireylerin seçme iradesini yönlendirmeye başladı. Bireylerde totaliter-tahakkümcü bir kültür ve kişilik kalıbı ortaya çıktı.

Küreselleşmenin bir sonucu olarak, uluslararası güçler (özellikle şirketler) kültürel alanları, gelişen yeni teknolojilerin gücü ile geniş kitleler üzerinde çoğu zaman ciddi bir tahakküm oluşturuyor.

Bu tahakküm neticesi geniş kitlelerin tüketici tercihleri değişebiliyor. Eskiden hiç ihtiyaç olmayan mal ve hizmetler bir anda ihtiyaçmış gibi ortaya çıkıveriyor.

Bireyselleşmiş toplum bu yoğun kültürel bombardıman altında, tüketimi kontrolsüzce teşvik eden kesimlerin elinde adeta bir oyuncağa dönüşüyor.

Burada öne çıkan konu “insanların kişiliklerine müdahale” konusudur.

İnsanların birbirlerinin hayatlarına, yönelişlerine, fikriyatlarına bu kadar müdahale etmeye hakları var mıdır; sorusu bu noktada gündeme gelmelidir.

KÜLTÜR ENDÜSTRİSİNDEN TIP ALANINA:

Olayın tıp boyutuna baktığımızda da benzer şeyler görüyoruz. Doktorlar aldıkları eğitim ve formasyon gereği birçok yazar, şair ve sanatkar gibi toplumun geneline göre daha üst katmanlarda konumlandırılan kişiler.

Doktorların toplumda çok ciddi bir karşılıkları var. Mesela iyi tanınan bir tıp doktoru neredeyse toplumun birçok kesiminde ihtisas alanı olsun olmasın neredeyse her alanda söz söylemeye ehliyetli olarak değerlendirilebilir.

Bizim ailede de geçmiş dönemlerde hekimliğe yönelik özel bir ilgi vardı. Mesela rahmetli babam ve amcam benim doktor olmamı çok isterlerdi. Her fırsatta bunu yinelerlerdi. Hatta ben üniversite seçme sonuçları sonrasında tıp fakültesine girebilecek puanı almama rağmen orayı yazmayınca çok üzülmüşler ve bana biraz da kızmışlardı.

İnsanların büyük bölümünün esasında doktorlara bir şekilde ihtiyaçları var.

Bu olay şuuraltına da işleyen bir keyfiyet ve tabii davranışlara da yansıyor. Hekim kesimi de bunu biliyor ve hissediyor. Hekimler, önemli ve biraz da kutsal bir iş yapıyorlar. İnsana hizmet ediyorlar. Bu noktada kendileri de biraz ayrıcalık bekliyorlar sanırım.

Hayat şartları içinde onların da belli bir gelire sahip olmaları gerek. Peki, bunun ölçüsü nasıl ayarlanacak? İnsana hizmet gibi kutsal bir konu, para ile ilişkilendirildiği zaman nasıl bir davranış içinde olmalılar?

Burada babamın arkadaşı Rahmetli Çırçır’lı Doktor Osman Amca’dan biraz bahsetmek istiyorum.

Doktor Osman Amca pratisyen bir hekimdi. Fatih Çırçır’da mütevazı bir muayenehanesi vardı. Muayenehane dışında ihtiyaç olduğu ve çağırıldığı zaman hastanın bulunduğu yere de giderdi.

Hasta bakmaya giderken kullandığı biraz büyükçe eski bir çantası vardı. İçindeki tenekeden iğne kutusu, Steteskopu, bazen insanın dizine vurduğu doktor çekici, tansiyon aleti ve belli ilaçları ile her an hizmete hazırdı. Lazım olduğunda içinde enjektör ve iğnelerin bulunduğu teneke kutuyu ocağa koyar ve kaynattıktan sonra uygulardı. Daima kritik hastaların ve mahallelinin yanındaydı. Benim gözümde sanki “Hipokrat yemininin kendi dönemindeki tek yüklenicisi” gibiydi.

Cuma günleri hastalara bedava bakar, numune gelen ilaçlardan garibanlara başlangıç olarak verirdi. Babamdan da duyduğum kadarıyla çok variyetli değildi fakat ailesinin ihtiyaçlarını rahatlıkla görecek bir seviyedeydi.

Şimdi benim zihnimdeki klasik, insanları ve hizmeti önceleyen doktor tipi Osman Amca’dır.

Tabii şu soruyu bugünün bakışı ile sormak gerek: Osman Amca’nın kendi döneminde emeği suiistimal edilmiş miydi? Yoksa Osman Amca toplumun ihtiyaçlarını elinden geldiği kadar karşılayan ve bu arada kendine yetecek kadar bir karşılık alarak daha büyük servetler peşinde koşmayan güzel bir rol model miydi?

Tıpkı Fransa’da Sorbonne’da doktorasını birincilikle bitirip Türkiye’ye geldiğinde (1975) üniversiteye alınmayan ve hiç yüksünmeyip lise hocalığına devam eden Nurettin Topçu gibi.

Rahmetli Topçu variyetli bir insan değildi ama yetiştirdiği önemli talebeleriyle bugün hala yıllara damga vuran bir kişi olarak “gönüllerde” yaşamaya devam ediyor.

TIP ALANINDAN BİR KAÇ ÖRNEK

Tıp ve para ilişkisinde kritik bir diğer alan ise yardımcı tıbbî malzemelerin artışı. İnsan vücudunun gün geçtikçe suni parçalarla sürekli takviye edilebiliyor oluşu çok enteresan gelmiştir bana. Protezler, kalp pilleri, işitme cihazları gibi gerek sağlığımızı koruyan ve gerekse hayatımızı kolaylaştırıcı materyallerin gelişmesi tıp ile ekonomiyi çok daha içi içe geçiriyor.

Yine açıklığa kavuşturulması gereken bir diğer konu, estetik cerrahinin hangi boyutta zaruret, hangi boyutta keyfilik oluşturduğudur.

Kişilerin,gerek kendi vücutlarına gerekse başkalarının vücutlarına zaruret harici müdahale etmeye ne ölçüde hakları olduğu konusu tartışılmalı.

“Yapan razı yaptıran razı başkasına ne” diyerek bu konu bir kenara konulabilir mi? Yoksa bu mesele daha yukarıdan bakılarak insanoğlunun hem kendisinin hem de başkasının vücuduna ne ölçüde müdahale etmeye hakkı vardır gibi felsefî bir açıdan mı değerlendirilmeli?

Estetik cerrahinin cazibesinin tesirini her gün üzerlerinde daha fazla hisseden özellikle “kulak burun boğaz” uzmanı genç doktorlar arasında, ilerde ağır kanser ameliyatlarını kamu hastanelerinde yapmaları gerektiğinde, “bu ameliyatlara gönüllü olarak kaçı gidecek?” ne kadar örnek bulabileceğiz acaba diye düşüneceğimiz bir noktaya yaklaşıyor muyuz?

SİBORGLAR

Nasıl ki bir fikir, bir moda, bir akım oluşturan kişiler bunları kitle iletişim araçları vasıtasıyla kitlelere yayabiliyor ve insanların hayatlarına bir şekilde müdahale edebiliyorlarsa, tıp alanı da gelişen teknikler sayesinde acaba insanı, zaman içinde biyolojik varlıklar ile teknolojik bileşenlerin entegrasyonu sonucu ortaya çıkan varlıklar yani “siborglar” haline getirmeye mi çalışıyor?

Tıbbın ve teknolojinin gelişmesi ile insana müdahaleye ne kadar hakkımız olduğu konusunu daha detaylı teati etmeliyiz.

Genetik, kök hücre konuları, organ nakillerindeki sorunlar vs. Tüm bunlar ciddi ciddi üzerinde durulması gereken noktalar. Bu alanların ekonominin de can alıcı alanları olması konumuzun en hassas noktası.

Âcizane tavsiyemiz odur ki bu problemli alanlar, belli bir derdi olan tıp insanları tarafından derinlemesine tartışılmalıdır.

Devasa boyutlara varan ilaç sanayi ve bunun hekimlik alanına maddî bir güçle müdahil oluşu da ayrı bir problem konusu olarak karşımıza çıkmaktadır.

COVİD- 19 salgını döneminde ortaya çıkan aşı tartışmaları, tıp ve ekonomi alanındaki bu hassasiyetimize dikkat çekme noktasında bir hayli önemli bir konuyu içinde barındırıyor.

İBRETLİK BİR TIBBİ HADİSE

Rahmetli babamın gözünde göz tansiyonu yani glokom rahatsızlığı vardı. Geç fark ettiğimizden bir gözünde görme kaybı oluşmuştu. Liseden yakın arkadaşım olan iyi bir göz doktoruna arada babamla giderdik.

Gittiğimiz zamanlarda arkadaşım babamın göz tansiyonunu kontrol ediyor ve “diğer gözü takip edelim onda da gelişmesin” diye bakıyordu.

“Erhan zamanı geçirmişiz ve maalesef bir gözü kaybetmişiz aman dikkat diğerini kaybetmemeye çalışalım.” diyordu.

Babam arada bir muayene olmak ve ilaçlarını yazdırmak için bizim oradaki kamu hastanesine giderdi. Bir keresinde oradaki göz doktoruna muayene olmuş ve gözüyle ilgili durumu paylaşmış. Doktor muayeneden sonra şöyle demiş

“Amca, bu teşhisi koyan ve sana bu gözün artık eski haline dönemez diyen arkadaş eksik bilgiye sahip. Bu senin glokom tedavi olabilir ve gözün eskisi gibi görebilir. Gel seni dışarda ………… bir ameliyat edelim, bak nasıl rahat göreceksin.”

Babacığımın kafası karışmıştı. Aradım arkadaşı; “Yahu oğlum bu nasıl iş! Adam bu tarz bir şey demiş.

O da bana bir kızdı “Erhan bunlar maalesef bizim meslektaş ama mesleğin yüz karası. Üç kuruş para almak için Amca’yı bıçak altına yatıracak. Yahu bir tedavisi olsa ben yapmaz mıyım?”

Her meslekte olduğu gibi burada da bazen karşımıza bozuk karakterli insanlar çıkabiliyor. Fakat buradaki daha hassas bir konu ki karşımızdaki kişi topluma ve insanlara hizmet etmeyi mesleğinin en birinci maddesi olarak kabul etmesi gereken bir kişi.

SONUÇ CÜMLELERİ OLARAK

Bu yazımızda toplumda hizmet merkezli bir temele oturan iki kesimden bahsetmeye çalıştık. Bunlar kültür ve tıp alanlarından çalışan insanlar. Bir açıdan bakıldığında bazı noktalardan birbirlerine benziyorlar. Yaptıkları çalışmalar ve aldıkları kararlarla birisi daha düşünsel anlamda öbürü de daha fiziki anlamda başka insanların hayatlarına müdahale ediyorlar. Bu açıdan büyük sorumluluk üstleniyorlar. Tabii aldıkları bu sorumluluk karşılığında da belki toplumun genel seviyesinin üzerinde bir gelire sahip olmayı düşünebilirler. Belki de hakları vardır. Fakat bu kesimler insanlarla temas halinde iken yaptıkları işin tamamen insancıl ve hizmet bazlı olduğunu da altını çizerek ifade ediyorlar.

O zaman bu hizmet mefhumu ile buradan ciddi gelir bekleme durumunu nasıl bir hal yoluna koymak mümkün olacak? Bu konuları da serinkanlılıkla değerlendirmek zorundayız.

Bu değerlendirmeler neticesinde de inşallah zaman içinde daha uygulanabilir ve insanların içini rahat ettirecek çözümler ortaya çıkabilir, diye ümit etmek istiyoruz.

 

YARARLANILAN KAYNAKLAR

İbn Haldun, Mukaddime, Çev:Zakir Kadiri Ugan, Cilt II, MEB Yayınları 481, İstanbul 1996.

Tez, Zeki, Tıbbın Gizemli Tarihi, Hayy Kitap, İstanbul 2010.

Galitekin, Ahmed Nezih, İbrahim Müteferrika Eserlerinden Yalova Kâğıthânesi, İBB Kültür AŞ, İstanbul 2013.

Ersoy, O . Kağıt Maddesi. Türkiye Diyanet Vakfı ( TDV) İslam Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/kagit adresinden alındı

Şişman, N. (2017) Yeni İnsan; Kaderle Tasarım Arasında, İnsan Yayınları, İstanbul

BU DA GÜZEL BİR MESLEK AHLAKI ÖRNEĞİ

Geçen hafta Yalova’nın Esenköy beldesindeydim. Arabanın sol ön far lambasının yanmadığını farkedince oto elektrikçisi aradım. Köyde bir kaç kişiye sordum. Orta Cami denilen köyün girişine yakın bir mahalde anayolun sol tarafında biraz içerde bir Cami bulunuyor. O civarda bir ustadan bahsettiler. Cami’nin arka tarafında kendi evinin altında tamirhanesini kurmuş İstanbul Küçükçekmeceli bir arkadaşımız beni güleryüzle karşıladı.
Hem tamirat yaptı hem de sohbet ettik.
Farın içindeki lambayı değiştirdi, o işlemi yaparken söktüğü aküyü yerine taktı, ben de iş bitti diye gidiş hazırlıkları için davranırken baktım atölyenin iç taraflarına girip birşeyler aramaya başladı. Biraz sonra elinde birkaç vida ve somunla geldi.
Kaputun iç taraflarında daha önceki dönemlerde yerinden çıkmış ve eğrelti duran bazı bölümleri elindeki vida ve somunlarla sağlamlaştırdı. İlave 15-20 dakika da onlarla uğraştı ve kaç yıldır gözüme takılıp da bir türlü sabitleyemediğim o bölümleri tamir etti. Bugüne kadar kaputu açıp yağ değiştiren, farklı tamiratlar yapan hiçbir usta bu tip bir işlem yapmamıştı. Ben de kimseye birşey dememiştim.
Usta bu işleri yaparken “ ustacığım sende hakikaten meslek ahlakına uygun bir halet-i ruhiye var. Bozuk bir yer gördüğünde onu düzeltmeden bırakamadın. Bu hassasiyet bir çok kişide maalesef yok. Çok teşekkür ediyorum” dedim
O da benim hakkı teslim edişimden mutlu oldu. Benden makul bir ücret aldı. İlave bu hizmet de bizden dedi.
Veda edip mutlu bir şekilde ayrıldım.
Ülker grubunun yıllardır sürdürdüğü ve güzel bir slogan olarak yaygınlaştırdığı “mutlu et mutlu ol” prensibinin farklı bir alanda uygulanışının hoş bir tezahürüydü. Beni mutlu etti, gördüm ki kendi de mutlu oldu .
Ayrıca birçok alanda maalesef kaybolmaya yüz tutan meslek ahlakı ve ustalık ahlakının canlı bir örneğini göstermiş oldu. Ben de, geçen gün taksicilerle yaşadığım ve kaleme aldığım yazı ile yansıtmaya çalıştığım menfi uygulamaların karşısında güzel örnekleri de zikretmenin gerekli olduğunu düşündüm.
Malum menfi örnekler insanın içini karartıyor, ümitlerini kırıyor. Ama güzelliklerin yaygınlaşması hepimiz için moral verici oluyor…
Facebook paylaşımı , Ağustos 2022

CUMHURİYETİN BİRİNCİ YÜZYILI BİTERKEN KISA BİR GEÇMİŞ-GELECEK ANALİZİ

29 Ekim 2023 tarihi itibariyle Türkiye Cumhuriyeti’nin birinci yüzyılı tamamlanmış ve ikinci bir yüzyıla adım atılmış oluyor.

Bu noktada geçen bir asırda kabaca hangi başlıklar öne çıktı şöyle kısaca bir hatırlamakta fayda var

Birinci Dünya Savaşı’ndan çok yorgun bir şekilde ve büyük kayıplarla çıkan ülkemiz, başta Gazi Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının gayretleri ve kahraman milletimizin üstün mücadele gücüyle gerçekleşen Kurtuluş Savaşı sonrası yeni bir çehreye kavuştu.

Cumhuriyetin ilanıyla birlikte ülkemizde çok önemli toplumsal ve kültürel değişimler yaşandı. Ekonomik anlamda da daha çok devlet eliyle ciddi bir kalkınma hamlesine girişildi.

Dünya bu devrede bir yandan savaş sonrasında toparlanmaya çalışıyor diğer yandan da 1929 İktisadî Buhranı’nı atlatmaya gayret ediyordu. İlave olarak Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşan dünya dengesi çok sağlıklı kurulamadığından yeni bir savaş ortamına doğru da gidilmekteydi.

Derken 2. Dünya Savaşı patladı ve dünya dengeleri yeniden ters yüz oldu. Biz bu savaşın dışında kaldık ama sonrasında bildiğiniz gibi tercihimizi Batı bloğu yanında yer alarak yaptık. Bu tercihin yurt içindeki neticesi itibariyle ekonomide şahsî teşebbüslerin önü daha çok açıldı. Dış yardımlar devreye girdi.

Türkiye ekonomik, sosyal, askerî tüm başlıklarda Batılı kuruluşlarla yoğun temasa geçti. Bir yandan devlet yatırımları diğer yandan da şahsi girişimlerle karma bir ekonomik yapı ortaya çıktı.

Darbeler ve Müdahalelerin Olumsuz Etkileri

Geçtiğimiz yüzyıl içinde önemli darbeler ve müdahaleler yaşandı: 27 Mayıs 1960 ihtilali, 12 Mart 1971 Muhtırası, 12 Eylül 1980 askerî darbeleri, ve 28 Şubat 1997 MGK Kararları gibi sert müdahaleler maalesef ülkenin gelişmesini birçok açıdan ciddi bir şekilde etkiledi.

Vuku bulan askerî darbeler ve müdahaleler, kendilerinden sonra yapılan yeni anayasalar ile ülkenin siyasî, sosyal ve ekonomik yapısının değişmesine ve yeni şekil almasına yol açtı.

Mesela 1960 sonrası planlı kalkınma dönemi devreye girdi.

1980 sonrasında ise Merhum Turgut Özal’ın da etkisiyle Türkiye dış dünyaya daha fazla açıldı.

Ekonomik yapımızda ihracatın ağırlığı arttı, sermaye hareketleri itibariyle dünyaya daha uyumlu bir yapı ortaya çıktı.

Genel anlamı ile bakıldığında 1990’lı yıllar, ülkemiz için nispeten sıkıntılı bir dönem olarak tarihte yerini almıştır. Yüksek enflasyon, sürekli değişen koalisyon hükûmetleri, devamlı artan dış borçlar insanımızı ümitsizliğe sevk ediyordu.

2001 Yılında patlak veren kriz ve sonrasında alınan tedbirler kötü gidişin nisbeten duraklamasına yol açtı. Onu takip eden süreçte devreye giren Ak Parti iktidarları ile birlikte uzun süreli bir istikrar dönemi başladı.

Bu arada şu noktaya da dikkat çekmemiz gerekiyor ki Türkiye geçtiğimiz yüzyıl içinde yaşadığı coğrafyadaki yani çevresindeki değişimlerden ciddi oranda etkilenmiştir. Örnek olarak son dönemdeki gelişmeleri ele alırsak Arap Baharı ile birlikte Suriye’deki gelişmeler sonrasında ülkemiz çok ciddi bir göç sorununu yaşamaya başladığını görürüz. Bu hadiseler sonrasında 5 milyona yakın Suriyeliyi ülkemizde misafir etmek durumunda kalındığı herkesin malumudur.

Dış kaynaklı kışkırtmalarla PKK ve uzantısı şer grupları da ülkemizi önemli oranda yordu ve derecesi azalsa da halen yormaya devam ediyor.

Yine 15 Temmuz 2016 darbe kalkışması da bizi üzen diğer önemli bir olay olarak bu yüzyıla damgasını vurdu.

Özetle Cumhuriyetimizin birinci yüzyılı önemli kalkınma çabaları yanında darbeler, kalkışmalar, ekonomik ve siyasî istikrarsızlıklar, çevremizde meydana gelen büyük ve sarsıcı olaylarla şekillendi.

Fakat tüm bu olaylara rağmen Türkiye 85 milyonluk nüfusu, dünyanın ilk 20 ekonomisi arasına giren ekonomik gücü, yurt dışındaki 5 milyonu aşan vatandaşı, tüm badirelere rağmen iyi bir şekilde işleyen demokratik yapısı ise önemli bir ülke olarak ortaya çıkmıştır. Ayrıca son yıllarda savunma sanayiindeki yatırımlarla daha da güçlenen askerî büyüklüğüyle, bölgesinde ve dünyada hatırı sayılır bir güç olarak varlığını etkili bir şekilde göstermeye devam etmektedir..

Türkiye gerek Türk dünyası gerekse de gönül coğrafyası üzerinde yer alan halklar için ciddi bir ümit kaynağıdır.

Önümüzdeki Yüzyılda Türkiye’nin hedefleri Neler Olmalıdır?

Geçen yüzyıl ile ilgili bu hızlı bakıştan sonra yeni bir yüzyıla girerken önümüzde hangi hedefler var?  Kısaca da olsa biraz da onlara göz atalım.

*** Türkiye yeni bir yüzyıla girerken ekonomisini daha istikrarlı bir yapıya kavuşturmak durumundadır ki yakînen izlediğimiz üzere bunun için hükümet nezdinde ciddi gayretler sarf edilmektedir.

Kişi başına düşen milli gelirimiz 10 bin dolarlara yaklaşmasına rağmen bu seviyenin ötesine bir türlü erişilememiştir.

Uzun bir süredir ciddiyetle üzerinde durulan  “Orta Gelir Tuzağı”nın aşılabilmesi, ülkenin önümüzdeki yüzyılda ulaşması gereken ciddi bir hedeftir.

Bu sebeple sanayide yapısal dönüşümü geçekleştirme yolunda özel bir gayretin gerekli olduğu açık bir hakikattır.

Bu çerçevede katma değeri yüksek ürünlerin imal edilmesi ve ihracatı için gerekli çalışmaların yapılması büyük önem taşımaktadır.

Bunun için ne lazım?   Ülkemiz; bilim, teknoloji ve yenilik alanlarında daha fazla yatırım yapmalıdır.    Ar-Ge faaliyetleri daha fazla teşvik edilmelidir.

*** Türkiye’miz yeni yüzyılda tarımsal üretimini ve hayvancılığını daha verimli bir yola sokmak zorundadır.

Ülkemizin hem kendi kendine yeter halini muhafaza etmeli hem de bu alanda dış ticaret yapabilme potansiyelini arttırabilmelidir.

*** Bugünlerde yine önemli bir gündem haline gelen, halkımızın bütün kesimlerini kuşatan daha demokratik ve sivil bir anayasayı yapabilme hedefimizdir. İnşallah bunu da ülke olarak başarabilmeliyiz.

Tabii bunlar kolay işler değil ama bizim gibi büyük ve iddialı bir ülke bu hedefleri gerçekleştirebilmek zorundadır.

Ülkemizde tarihsel olarak varlığını sürdüren farklı etnik unsurlar ülkemizin sosyal, siyasî ve ekonomik yapısı için bir zenginlik kaynağıdır. Bu unsurlar tarih boyunca bir arada, barış içinde yaşamışlardır. Bunun yeniden sağlanabilmesi önemlidir. Yeni anayasanın bu hedefe yönelik olarak da katkısı büyük olacaktır.

*** Ülkemizin genç ve dinamik bir nüfusa sahip olmasını da geleceğimiz adına en büyük güvencemiz olarak burada kaydetmek istiyorum.

Dolayısıyla genç nüfusumuzun avantajını da kullanarak teknolojik gelişmelere daha açık bir zeminin oluşturulması da büyük önem taşıyor.

Son dönemlerde gençlerimizin bu alanlara ilgisi hepimizi ümitlendiriyor. İnşallah yeni yüzyılda bu alanda daha önemli mesafeler kat edebiliriz.

*** Bunun için Eğitimde, çağın gereklerine uygun, dinamik, üretken ve ilave olarak da kendi tarihi, coğrafyası ve kültürü ile barışık nesiller yetiştirecek bir mekanizmayı sürekli bir tarzda oluşturabilmeliyiz

Tahsil çağında yaklaşık 30 milyon genci olan 200’ün üzerinde üniversiteye sahip bir ülkenin bu alanda çok daha büyük gayretler sarf etmesi şarttır.

*** Ayrıca mevcut iş gücümüzün meslekî açıdan eğitimi konusunda da özel bir çaba gerekmektedir.

Burada zikredilmesi gereken bir nokta daha var ki o da şu:

Geçen yüzyıllarda değişimler çok hızlı değildi. Fakat yıllar geçtikçe değişim ve gelişimler çok hızlı olmaya başladı.

Özellikle 1980 sonrası bu süreçleri hepimiz yakînen yaşadık. Bu değişimin hızı her geçen gün daha da artmaya devam ediyor.

Türkiye’miz tüm bu baş döndürücü gelişmeleri yakından takip edebilmelidir ki diğer ülkelerin gerisinde kalmasın hatta önüne geçsin.

Bu hedefleri çok daha çeşitlendirebilmek mümkün fakat bu yazının hacmi çerçevesinde bu kadarıyla iktifa ederek yazımıza son vermek istiyorum.

Son cümle olarak Türkiye Cumhuriyetinin gerek kuruluşunu gerçekleştiren gerekse de bizlere kadar ulaştıran nesillere şükran borçluyuz.

İnşallah  bizler de bugüne kadar olduğu gibi bundan sonraki dönemde de imkânlarımız ölçüsünde bu emâneti en iyi şekilde geliştirerek daha sonraki nesillere teslim ederiz.

 

 

 

TÜKETİM EKONOMİSİ YERİNE KANAAT EKONOMİSİNE GEÇMEK MÜMKÜN MÜ?

 

Bu yazımızda değerli hikayeci ve fikir adamı Mustafa Kutlu’nun son senelerde sıkca kullandığı Tüketim Ekonomisi yerine Kanaat Ekonomisi, suyun, havanın ve toprağın korunduğu insanca bir hayata dönüş kavramlarını kısaca ele almaya çalışıyoruz. İTO Meclisinde ilk olarak bir konuşma çerçevesinde dile getirilen bu düşünceleri bir yazı halinde sunmaya çalıştık.

Yazıda ana kavramlara geçmeden önce ülkemizde son dönemlerde ekonomik anlamda ortaya çıkan sorunlara kısaca değinilmeye çalışılmaktadır.

Çalışmamızın ana vurgusu ise zikri geçen sorunlar önemli olmakla birlikte çözümün kısa vadeli kararların ötesinde daha esaslı bir ufuk dahilinde olabileceğine dikkatleri çekebilmektir

ÜLKEMİZ ZOR DÖNEMLERDEN GEÇİYOR

Malum olduğu üzere Türkiye’miz bir çok anlamda zor bir dönemden geçmektedir.

Türk tarihinde bu tarz birçok zor dönem olmuştur. Burada uzun bir liste çıkarabiliriz fakat  yazımızın hacmini çok fazla genişletmemek için bu çalışmamızda  90’lı yıllara kadar gitmekle iktifa edebiliriz

Ticari hayatın içinde yer almış ve yaşları 50’yi aşmış kişilerin hatırlayacağı üzere 1990’lı yıllarda memleketimiz zor bir dönem yaşanmıştı

Enflasyon ciddi boyutta idi. Devlet kamu maliyesi açısından sıkıntılı bir duruma düşmüştü. Enflasyon üçlü rakamlara çıkmıştı.

Bu zor dönemlerin son kertesinde patlayan 2001 krizinde ülke olarak büyük sıkıntılar yaşadık. Önce Kemal Derviş dönemi ile ekonomide ciddi kararlar alındı.

Daha sonra Ak Partinin iktidara gelişiyle 2004’lerden başlayan restorasyon, 2010’ların ikinci yarısına kadar iyi kötü sürdü.

Önce gezi olayları, ardından FETÖ ile mücadele dönemi, 15 Temmuz darbe kalkışması bu kısmen istikrarlı gidişin zedelenmesine yol açtı.

Tabii Suriye’deki gelişmelerin tesiriyle Türkiye’ye neredeyse 5 milyon civarında sığınmacının girişi de bu gidişatta menfi rol oynayan önemli bir gelişme oldu.

2018 yazındaki dış ataklar ekonominin dengesini bozucu etki yaptı.

COVID-19 salgını ve bu süreçte ortaya çıkan olağanüstü durumlar,  ekonomik ve sosyal dengelere ciddi oranda olumsuz tesir eden gelişmelerdi.

Keza Türkiye’nin büyük bir kısmını adeta yerle bir eden deprem felaketi de yine bu ekonomik dengelere menfi anlamda tesir eden büyük olaylardı.

Rusya-Ukrayna savaşı da özellikle enerji açısından ciddi açıklar oluşturdu.

Ülkeyi yönetenler bu dönemlerde şahidiz ki hakikaten olağanüstü çaba gösterdiler ve hala da göstermeye devam ediyorlar.

Şöyle bir soruyu sormamızın önünde bir engel yok sanırım….

Acaba zikrettiğimiz süreçler daha iyi yönetilebilir miydi?

Bu husus tartışmaya açık. Nereden bakarsanız ona göre bazı cevaplar verebilirsiniz. Fakat biz burada o hususu tartışmak istemiyoruz.

Dikkatimizi daha çok tüm bu zikri geçen olayların tesiriyle ortaya çıkan duruma odaklamak istiyoruz. Evet bu son ortaya çıkan resimde karşımızda özellikle ekonomik açıdan ciddi dengesizliklerin yer aldığını görebilmekteyiz.

Döviz artışı, enflasyon artışı, konut fiyatları ve kira artışı, araba fiyatları artışı, dolaylı vergilerde artış, son kararlarla birlikte faizlerde meydana gelen artışlar   bunların başında geliyor.

Bilindiği gibi enflasyon dar gelirliyi ezen bir süreçtir. Zengini daha zengin, fakiri ise daha fakir yapar maalesef. İstikrarı bozar ve genel gidişi tahrip eder.

Peki bundan sonra enflasyon nasıl frenlenecek ve onun yaraları nasıl sarılacak? Bu ciddi bir soru işareti.

Hükümet yetkililerimiz son günlerdeki açıklamalarında “2024’de enflasyonu kontrol edeceğiz.” diyorlar.

Fakat geçen her gün, belli toplum kesimlerindeki insanlarımız bu dengesiz gidişlerden müthiş bir şekilde yıpranıyorlar

Bizler de hem kendi dertlerimizle hem de etrafımızda bulunan ve mesleki teşekküllerde temsil ettiğimiz insanlarımızın dertleriyle muhatap oluyoruz.

İnsanlar; neler oluyor, diyor. Bu işler toparlanabilecek mi diye soruyorlar, neler yapmalıyız diyorlar

Bu problemlerin çözümü için Merkez Bankası müdahaleleri, Kur Korumalı Mevduata geçiş, şu aralar tekrara geriye dönüş, parasal tedbirlere yönelik kanuni düzenlemeler gibi çeşitli dönemlerde sürekli hamleler yapıldığına şahit olduk ve yenileri de her geçen gün önümüze gelmeye devam ediyor.

Kimi başarılı oluyor kimisi de yeterli olamıyor.

Şimdi yeni bir döneme girdik. Orta Vadeli Plan açıklandı.

Türkiye’de yaşayan kişiler olarak bu güne kadar bu tarz çok plan gördük. Kimisi başarılı oldu kimisi ise arzu edilen sonucu vermedi. Bizler  bu yeni planın arzu edilen tesiri göstermesini bekliyoruz.

Ticaret ehli, mal ve hizmet üreten kesimler,  yeni tedbirlerin güzel neticeler ortaya çıkaracağına inanmak istiyorlar. İnşallah muvaffak olunur. Umudumuz ve duamız bu yöndedir. Bizler de ticaret odaları ve benzeri teşekküllerde hizmet veren sorumlular olarak bu süreçte üzerimize düşen ne varsa yapmak durumundayız.

 GELİŞMELERE BİRAZ DAHA GENİŞ BAKMAYA ÇALIŞIRSAK

Güncel gelişmeleri anlayabilmek için yapmaya çalıştığımız kısa bir analizden sonra meselelere daha geniş ve farklı bir pencereden bakmaya çalışmak istiyorum.

Bu çerçeve içinde  sizlere bir kaç kelime ile hikâyeci ve düşünür Mustafa Kutlu’nun “Kanaat Ekonomisi” başlıklı fikirlerinden özetle bahsetmeye çalışacağım.

Bu incelemeyi yaparken Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu’nun Mustafa Kutlu ile ilgili kaleme aldığı bir makaleden istifade ettiğimi de eklemek isterim. (1)

Mustafa Kutlu Ağabey, büyük fikir adamı merhum Nurettin Topçu’nun rahle-i tedrisinden geçmiş bir kişidir. Bu ekolde Anadoluculuk fikriyatı ağırlıktadır.

Kendisi birçok eserinde öncelikle çok ciddi “Kapitalizm” eleştirileri yapmaktadır.

Hayatın içinden gelmiş bir kişi olduğu için yaşayan insanları ve süregelen hayatı  hem çok iyi analiz edebilmekte, hem de meseleleri ve çözümleri rahatlıkla anlaşılabilecek bir üslupta ortaya koymaktadır.

Onun sözleri içinden bugüne ışık tutan bir bölümü naklederek esas konumuza şu şekilde başlayabiliriz.

“Ülkemizin Batılılaşma yolunda attığı adımlar, geçmişin inkârı, Doğu-Batı sentezi denemeleri, hayatın her alanında bir tedirginlik, bir oturmamışlık ve bundan doğan bir köksüzlük bunalımı vücuda getirdi… Ne yazık ki Türkiye’de her ferdin yakın maziden çıkıp geldiği nokta, sisler arasında her geçen gün belirsizleşmektedir… Bu ortam tek tip insan, tek tip yiyecek, tek tip düşünce, tek tip üretim ve tek tip tüketim üzerine bina edilmiştir. Planları ve uygulamaları başka diyarlarda test edilmiştir. Bize ithal ve lanse edilmiştir. Elimiz kolumuz bağlı olarak bize sunulan konforu kaçırmamaya çalışırız…” (2)

Burada vurgulamak istenen şeyi şöyle açıklamak mümkün;

XIX. yüzyılın başlarından itibaren sanayi devrimi ile modern kapitalist sistem, dünya hâkimiyetini sağlamaya başlamıştır..

Bu sistem öncelikle askerî alanda gösterdiği başarılarla yerini sağlamlaştırmış, ardından da yenileşme dönemine başlamıştır.

Modern Batı ekonomisinin ve medeniyetinin kaynaklarının başında elbette vahşet ve sömürü  gelmektedir..

Kapitalizm tarihçisi W. Sombart (1863-1941) kaleme aldığı bir eserinde (Der Moderne Kapitalismus‘ta) “Zengin olduk, çünkü ırklar ve milletler bizim için tamamen öldüler, bizim için kıtalar ıssızlaştı.” derken bugünkü Batı ekonomisinin ve medeniyetinin kaynaklarından birini gösteriyordu.

Batıdaki “Aydınlanma çağıyla” zihniyet açısından da hâkim olan kapitalizm, Batı merkezli bir anlayışı herkese kabul ettirir olmuştur.

Bu anlayışa göre medeniyet, gelişme ve hatta demokrasi gibi kavramlar Batı’nındır.  Ve bu hal varlığını doğrusal ilerleme düşüncesiyle sürdürür.   

Aydınlanma çağının bir ürünü olan Doğrusal ilerleme düşüncesi insanlık tarihinin ilkellikten mükemmelliğe doğru ilerlediği temel fikrini esas alır.

Doğrusal-ilerlemeci anlayış, Batı merkezli anlayışla tamamlanır. Buna göre Batı

merkezdir, diğer ülkeler ise çevredir. Medenileşme Batılılaşma demektir.

Batılı olmayanlar medenî değildirler.

Modern kapitalist dünyada ise her faaliyet genel bir borçluluk çerçevesinde

yürütülür. İnsanlar daima finansal açıdan borçludur.

Ülkemizde de olay buraya doğru dönüşmedi mi?

Mustafa Kutlu işte burada şu sözüyle bir hatırlatma yapıyor;  “ ‘Öyle bir zaman gelecek ki insanlar kazançlarının helal mi, haram mı olduğuna bakmayacaklar artık.’ şeklinde bir hadis-i şerif vardır. Bu zaman gelmiş midir? (3)

Bu söz doğrultusunda bizim; başta üretim olmak üzere reel ekonomimizin, kredi sağlayanlara hizmet için yürütülen bir dizi çabadan başka nereye hizmet ettiğini sorgulamamız gerektiğine inanıyorum.

Bu açıdan önümüze çok önemli bir soru çıkıyor; Acaba biz, simgesel olanın yani para, kredi ve bunların türevlerinin, gerçek olanı yani üretim, ticaret ve benzerlerini peşinden sürüklediği bir sosyo-ekonomik sistem olan kapitalizmin kurbanı mı olduk?

Bu noktada , İHTİYAÇ EKONOMİSİ ve KANÂAT EKONOMİSİ kavramları bir teklif olarak gündeme geliyor

Bilindiği üzere kapitalizm öncesinde ekonominin tek bir amacı vardı: İhtiyaçların karşılanması.

İktisat, bir ihtiyaçların karşılanması çabasıydı, geçimi sağlayacak miktardan fazlası istenmezdi. Herkes mesleği ve emeği sayesinde karnını doyurur ve ihtiyaçlarını karşılardı.

Toplumlar kanâatkârdı, gerektiği kadarıyla yetinirlerdi.

Ancak şimdiki küresel sistem içinde kanâatkâr olmak mümkün mü?

Elbette mümkün değil. O zaman modern dünyanın en dokunulmaz putu haline gelen “ekonomik büyüme ve kalkınma” nasıl olacak?

Çünkü kanâat duygusu ihtiyaçları sınırlandırır, lüks ve israfı yasaklar.

Kapitalizm ise israfa dayanır, “her arz kendi talebini yaratır” ilkesi üzerinden hareket eder.

Böylece Batı’nın kalkınması veya sınâîleşmesi devam eder. Ancak bu aynı zamanda yeryüzü kaynaklarını israf eden bir sistemdir.

Çünkü kapitalizmin temeli olan kitlevî üretim ve kitlevî tüketim, israfın günümüzdeki kaynaklarıdır.

Bunlar aynı zamanda tabiatın kitlevî tahribini beraberinde getirir.

Öyle ki bizzat Batılılar, kaynağını kuruttukları hammadde rezervlerine ömür biçmek zorunda kalmışlardır.

Roma Kulübü 1970’lerde yaptığı bir araştırmada 2100’lü yıllarda büyümenin sınırlarına ulaşılacağı ve XIX. yüzyılın hayat seviyesinin dahi sürdürülmesine imkân kalmayacağı tahminine varmıştı.

Bu noktada tekrar Mustafa Kutlu’ya kulak verelim…

“Tabiatla savaşan insan bir kahraman değil; gözünü kan bürümüş bir katildir. Toprağı, suyu, havayı kirletiyor, ağzı-dili yok bitkileri ve hayvanları neslini kurutacak şekilde sömürüyor. Eline güç geçtiğinde tabiat bir yana kendi hemcinsini de “ham madde” olarak kullanıyor. (4)

Bu sözden anlıyoruz ki israf aslında “haddi” yani “Hududullahı” aşma anlamı taşıyor.

Çünkü ihtiyaç sınırını yani Hududullahı aşarak mal biriktirme, daha çoğunu isteme, ihtiras ve gelecek kaygısı çekme dünyamızı bitiren kapitalist sistemin temel direkleridir.

Bu sistemin kurbanı olan insan, kalabalık şehirlerde hırs ve eşyaperestlik içinde tüketime dayalı bir hayat yaşamaktadır. Hava, su ve dolayısıyla insan bozulmuştur. Çünkü kapitalist sosyal nizâm da gücünü bu hayat tarzından alır.

İşte bu kapitalist sisteme karşı gündeme gelen “kanâat ekonomisi” ise tabiata saygılı ve insan fıtratına uygun bir hayata işaret eder.

“Dünya; Allah’a, Peygamber’e ve öte dünyaya inanmayanların hâkimiyet, zenginlik, refah, konfor ihtirası sebebiyle giriştikleri sanayi-endüstri-teknoloji yarışının sonucu yangın yerine döndü. Yangında ilk kurtarılacakları ise şöyle sayabiliriz: Toprak-Su ve Hava.” (5)

Bu sözde toprağa inanç ve yeniden yüzümüzü ona döndürme arzusu olduğunu görüyoruz.

Su ve ekmek, hayatımızın olmazsa olmazıdır ve bunları da bize toprak verir.

Toprak aynı zamanda kanâatkâr bir nizamın da adeta öğretmenidir.

Kutlu, bu noktada tabiata dönmeyi toprağa önem vermeyi tavsiye ediyor.

Bu bence ciddi bir uyarı. Ülkemiz için de çok geçerli.

Çünkü Türkiye son yüzyılda büyük bir kırsaldan şehirlere akını yaşadı. Köyler ve kırsal alanlar adeta boşaldı.

Tarım ve hayvancılık yapan insan sayımız gittikçe azaldı.

Türkiye tarımsal açıdan kendine yeter bir ülke iken bugün tarımsal üretim ve hayvancılık açısından ciddi sıkıntılar yaşamaya başladı.

Şu an yaşadığımız hayat pahalılığının altında yatan en önemli sebeplerden birinin de bu olduğunu hepimiz biliyoruz.

Çünkü köylü üretendi, besleyendi, çoğaltandı, arttırandı. Ancak şehirli olan bu insanlar artık üretmiyor, tüketiyor. Arttırmıyor, eksiltiyor. Çoğaltmıyor, yok ediyor.

Hatırlarsanız özellikle de COVİD-19 salgını sonrası bu soruyu kendimize daha çok sorduk. Acaba daha farklı bir hayat olabilir mi, diye.

Özellikle İstanbul’da yaşayanlar son dönemlerde İstanbul’un kuzey bölgelerinde daha yeşillikli alanlara doğru meyletmeye başladılar.

Kiralar çok artınca şehirde yaşamak zorlaşınca insanlar memleketlerine doğru gitme yolları arar oldular, sanki anlatılanları duymuşlar gibi;

Ne diyor üstad; “Kalbin sesini dinleyip bir şekilde toprağa dönmek gerekir. Zira toprakla aramıza giren her şey bizi Allah’tan uzaklaştırıyor. Bir şeyler yapamasak bile en azından işin farkında olabiliriz. Toprağa dönüşün manası budur.”

İNSAN MI EKONOMİ İÇİN, EKONOMİ Mİ İNSAN İÇİN?

Günümüzde “az gelişmiş ülkeler” kalkınmayı bir hayat tarzı olarak benimsemiş görünüyorlar.

Ancak bu ülkeler “kalkındıkça” kalkınmış kapitalist ülkelerle aralarındaki fark kapanacağına daha da artıyor.

Çünkü dünya nimetlerinin dörtte üçü, dünya nüfusunun ileri kapitalist üçte birinin tekeli altındadır.

Bu durumda kanâatkârlığa dayalı geleneksel ekonomileri tarihe gömen kapitalizmin büyüme ve kalkınma tuzağına sanki bizler de düşmüş gibiyiz.

Büyüdükçe daha da borçlandığımızı, borçlandıkça daha çok israf ettiğimizi görüyoruz.

Bu noktaya vardığımızda “Tüketim Ekonomisi”ne karşı “İhtiyaca Göre Üretim Ekonomisi”ni yani başka bir deyişle  “Kanâat Ekonomisi”ni bir teklif olarak değerlendirmek sanki çok mantıklı geliyor.

Ekonomi, insan için olmalıdır yoksa insan, kapitalist ekonomi için bir piyon, hizmetçi ve malzeme olmaktan kurtulamıyor.

Çünkü Kapitalizmde

“Tüketici hâkimiyeti” değil “Tüketicinin kullanılması” söz konusudur.

Bizim iktisadi anlayışımızda tüketiciyi kullanmak değil tüketiciyi korumak esastı.

Mesela Osmanlı’daki narh ve ihtisap defterlerinin çağdaş yaklaşımla, tüketicinin ne kadar etkin korunduğunu gösterir.

Bu anlamda medeniyetimizde ekonomi;

Kapitalist sistemde olduğu gibi hasislik, cimrilik değil yardımlaşmadır, muhabbettir.

Başkasını ezmek değil, başkasını gözetmektir.

Her şeyi kâr için mubah görmek değil, doğruluktur.

Başkasını menfaat için aldatmak değil, sözünün eri olmaktır.

Bu değerlerle “Ahilik Felsefesini” yaşatan esnafımız, tüccarımız toplumsal olaylara karşı olan duyarlılığını her zaman muhafaza ederek çözümler üretmiştir.

Çünkü onlar, en bunalımlı dönemlerimizde bile toplumsal patlamaları önleyen bir istikrar abidesi gibi rol üstlenmişlerdir.

Bu vesileyle tükenmeyen bir gayretle çalışan, alın teri ile kazanan tüccarımıza, esnaf ve sanatkârımıza helalinden kazançlar temenni ediyorum.

SONUÇ OLARAK,

Günlük ve mevsimlik mücadele ve gayretler içerisinde maalesef daha derinlikli düşünmeye az vakit buluyoruz.

Sürekli önümüze gelen problemleri çözmek için gayret sarf ediyoruz.

Sadece biz mi böyleyiz. İnanın değil.

Etkili yerlerde bulunan birçok dostumuz ve arkadaşımızda da maalesef buna benzer yaklaşımlar görüyoruz.

Bu tür konuları dile getirmekteki amacımız hiç olmazsa arada bir yaşamakta olduğumuz ve belki de bize bir şekilde dayatılan bu hızlı hayatın dışına çıkmaya çalışıp alternatif yollar aramak için kafa yormaktır.

Mesela bu noktada şöyle bir teklifi gündeme getirebiliriz:  Son dönemlerde toplumumuzda Teknofest gibi teknolojinin önemini gündemimize oturtan ve özellikle gençler arasında ciddi şekilde yayan çalışmalar oluyor. Bu tür etkinlikleri milyonlarca insanımız ilgi ile izliyor, katılmaktan büyük bir keyif alıyor. Bunlar çok önemli çalışmalar. Tıpki bunun gibi tarımın ve toprağın önemini vurgulayan, kanaatin öneminin gündeme taşıyan etkinlikler yapılabilir ve bunlar da zikri geçen kavramların yaygınlık kazanmasına yol açabilir.

Bizlerin bu topluma bir hizmet sunabilmesi inanıyorum ki ancak bu tür bireysel ve gruplar halinde düşünme temrinleri yaparak, yeni yollar arayarak mümkün olacaktır.

Unutmayalım ki bizim vazifemiz aramaktır.  “Aramakla her zaman bulunmayabilir fakat bulanlar ancak arayanlardır”

Sözlerimi Mustafa Kutlu’nun bana çok anlamlı gelen bir sözü ile bitirmek istiyorum.

”Bir şey yap güzel olsun. Huzura vesile olsun, rikkate yol açsın, şevk versin, hakikate işaret etsin. Bir şey yap doğru olsun. İnsanları yalanın ve yanlışın bataklığına düşmekten korusun. Rüzgâra ve akıntıya kapılmasın; kırılsın lakin eğilip bükülmesin. Bir şey yap adil olsun. Haktan hukuktan ayrılmasın. Zalime haddini bildirsin, mazlumun payını versin. (6)

Son not: Üstad Mustafa Kutlu’nun burada ancak bir bölümünü nakletmeye çalıştığım düşüncelerini daha detaylı öğrenmek isteyenlere Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu’nun linkini verdiğim makalesini okumalarını tavsiye ediyorum

 

1.Tabakoğlu, A. (2022). İktisat Kavramlarının Kapitalizm ve İslam İktisadındaki Tezahürleri: Mustafa Kutlu ile Kadîmin Peşinde. İslam Ekonomisi ve Finansı Dergisi, 8(2), 319-344, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/2574371

  1. Kutlu, M; Geçmiş ve Gelecek. Dergâh Yayınları, İstanbul 2019, p. 378
  2. Kutlu, M; Sır, Dergah yayınları, İstanbul 2012
  3. Kutlu, M; Bir ben değil herkes hasta. Yeni Şafak Gazetesi, 11 Haziran 2014, https://www.yenisafak.com/yazarlar/mustafa-kutlu/bir-ben-degilherkes-hasta-54278
  4. Kutlu, M; Bir ben değil herkes hasta. Yeni Şafak Gazetesi, 11 Haziran 2014, https://www.yenisafak.com/yazarlar/mustafa-kutlu/bir-ben-degilherkes-hasta-54278
  5. Kutlu, M; İlmihal Yahut Arzuhal., Dergah Yayınları. İstanbul, 2018

YENİ BİR KIRMIZI SABAHLIĞIN YOL AÇTIĞI SONUÇLAR

Dünyamızda ekonomik anlamda etkisini çok ciddi oranda hissettiren liberal kapitalist iktisadî düzenin en önemli özelliklerinden biri, bilindiği üzere tüketiminin sürekli teşvik edilmesidir.

Daha fazla tüketim daha fazla üretimi gerekli kılmakta bu da daha fazla büyümeyi ve bu yolla ekonomik refahı sağlamayı hedeflemektedir.

Evet gerek dünyamızda gerekse de ülkemizde üretim ve tüketim miktarları devasa boyutlarda artmaktadır

Fakat bununla birlikte sistemin yapısı gereği hem ülkeler arasında hem de ülkelerin iç yapılarındaki toplumsal kesimler arasında zaman içinde ciddi uçurumlar oluşmaktadır.

Üstelik azdırılmış tüketim isteği bireyler ve toplumlar için ciddi sorunları da ortaya çıkarmaktadır.

Ben bu yazıda tüketimin etkisini çarpıcı bir şekilde gösteren bir örnekten bahsetmek istiyorum.

Hikâyemizin kahramanı Denis Diderot: Diderot 1713 ile 1784 arasında yaşamış bir Fransız filozof.

Avrupa’daki Aydınlanma Çağı’nın en önemli düşünürlerinden biri.

Yazdıkları ve felsefesi, Fransız Devrimini hazırlayan fikirler arasında yer almıştır.

Yeni felsefî ve bilimsel düşünceleri ve bilgileri, Avrupa ölçeğinde yayma amacıyla tasarlanan Encyclopedie adlı ünlü ansiklopedinin baş editörüdür.

Kendisinin büyük bir kütüphanesi olduğu da bilinmektedir.

Anlatıldığı üzere Diderot’ya bir arkadaşı bir gün güzel kırmızı bir sabahlık hediye ediyor. ( bazı kaynaklarda bu sabahlığı kendisinin satın aldığı şeklinde geçmektedir.)

Bu sabahlık, Diderot’nun adeta hayatının şeklini değiştiriyor.

Filozofumuzun yeni kırmızı sabahlığı o kadar güzelmiş ki öncelikle çalışma odasındaki diğer eşyaların arasında güzelliği ile adeta sırıtıyormuş.

Diderot yeni sabahlığı ile kütüphanesinde oturduğu ve dolaştığı her yerde kendinin değişik bir halet-i ruhiye içinde hissetmeye başlamış

Çok geçmeden, önce oturduğu koltuğu değiştirmiş, sabahlığa uygun gösterişli bir koltuk almış

Derken çalışma masasını, odanın perdelerini, tablolarını vs. vs. diyerek birbirine uyum sağlamayan tüm parçaları yavaş yavaş yeni anlayışa göre değiştirmeye başlamış.

Bu bütünlük gereksinimi Diderot’ya, tüm eşyalarını yenileme arzusunu da beraberinde getirmiş.

Sonuçta kitaplarıyla birlikte daha önce mutlu bir şekilde içinde oturduğu dairesini tamamıyla değiştirmiş.

Böylelikle eşyaları da yeni sabahlığının gösterişine uyumlu hale gelmiş.

Ancak bir daha hiçbir zaman eski sabahlığı ile olduğu kadar mutlu olamamış…

Çünkü yeni bir sabahlık almasına karşın bir türlü mutlak zenginliğe ve iç tatmine erişemeyen Diderot, zaman içinde eski sabahlığının içindeki özgürlüğünü kaybettiğini farketmiş.

Önceleri eski sabahlığının eteğiyle tozlanan kitaplarını silebiliyor ya da kaleminin ucundan üzerine damlayan mürekkebi sorun etmiyorken şimdi tüm bu basit şeyler bile onun için problem haline gelmeye başlamış.

Diderot’un başta ona güven ve özgürlük vaat eden yeni sabahlığı, sonuç olarak onu adeta kapana kıstırmış.

Fransız filozof Denis Diderot 1772 yılında, yaşadığı bu deneyimini yazıya dökerek “Eski Sabahlığımdan Ayrılmanın Pişmanlıkları” (Regrets Sur ma Vieille Robe de Chambre) başlıklı bir makale yazmış.

Yazısında “Eski sabahlığımın mutlak efendisiydim fakat yenisinin kölesi oldum.” demiş.

Diderot’un bu deneyimi daha sonra birçok düşünce akımına ilham vermiş.

1988 yılında Antropolog ve tüketim kalıpları uzmanı Grant McCracken, bu bütünlük arzusunu ve bu arzunun satın aldığımız şeyleri nasıl şekillendirdiğini tanımlamak için ilk olarak “Diderot Etkisi” terimini kullanmış.

Bu kavramı şöyle tanımlamış: “Mülk, araba, eşya gibi yeni bir şey edinmemiz genellikle daha fazla yeni şey edinmemizi sağlayan bir ‘tüketim sarmalı’ üretir.”

Sonuç itibariyle mutlu ya da tatmin olmak için asla ihtiyaç duymadığınız şeyleri satın almaya başlarsınız.

Diderot’nun yıllar önce gözlemlediği bu etkiyi farkında olmasak da hepimiz belki de her gün yaşıyoruz.

Ve sonunda bir kravat için yeni bir takım elbise, bir halı için bütün mobilyalar ve duvar boyaları değişebiliyor.

Veya yeni bir yönetici için göreve başladığı bir kurumda önce oturduğu koltuğu beğenmeyerek başladığı serüven odasının tüm dekorasyonunu değiştirmeye kadar varabiliyor.

Diderot’nun sabahlık örneğini çok çeşitli alanlara taşıyabiliriz

Buradaki ana espri, tahmin edilebileceği üzere dizginlenemeyen tüketim arzusunun önce bireyleri, sonra da bireylerle birlikte toplumları nasıl menfi etkilediğini düşünebilmeyi sağlayabilmek.

Mesela bu örnekten hareketle ülkemizde sürekli artan lüks tüketim ürünleri çılgınlığını mevzu bahis edebilmek mümkün.

Bu örneği çok da hayati bir gerekliliği olmayan lüks tüketim ürünleri ithalatının, ülkemizin cari açığına olan olumsuz etkisi ile de bağlantılayabiliriz.

Tabii bir adım daha atarak konuyu bireysel lüks tüketimden kamudaki gereksiz lüks tüketim maddeleri ve araçlarına kadar da sıçratabiliriz.

Konu uzar gider.

Bu yazıda kırmızı sabahlıkla başlayan hikayenin sonunu sadece belli noktalara bağlama gibi bir niyet taşımamaktayız. Aksine, belli bir noktadan sonra okuyan her kişinin hikayenin sonunu kendi hayal gücünün ulaşabileceği yere kadar taşımasını murat etmekteyiz..

Ama özetle ifade edersek dikkat çekmek istediğimiz nokta, aşırı ve lüks tüketimin bireylere kısa dönemli hazlar yaşatsa da uzun dönemde hem bireysel hem de toplumsal açıdan birçok sıkıntıya da yol açabileceğini vurgulamaya çalışmak..

Bizim medeniyet tarihimize baktığımızda, insanın eşya ile ve hemcinsi ile münasebetlerine ciddi bir önem verildiğini ve bu sahalarda güzel örnekler ortaya çıkarıldığını görebilmekteyiz

Mesela “Fakr” denmiş, ihtiyaçtan fazlasının peşine düşülmemiştir.

“İsâr” denmiş, vermek/paylaşmak teşvik edilmiştir.

“Fütuvvet” denmiş, diğerkâmlık öne çıkarılmıştır.

“Ahilik” denmiş, Anadolu’da kardeşlik iktisadının temelleri atılmıştır.

Son cümle olarak geçmiş dönemlerde rastladığımız bu güzel örneklerin yanında günümüzün şartlarına uygun başka örneklerin ortaya çıkabilmesi için gayret etmenin hepimizin üzerine düşen bir vazife olduğunu düşünmekteyiz.

Bu örneklerde her alanda ölçüyü kaçırmamak, mümkün olduğu kadar israfa yol açan tercihler yapmamak, bize emanet olarak verilen tabiatı hoytarça kullanmamak ve başlangıçta yapılacak hatalı hareketlerin daha sonraları daha büyük ziyanlara sebep olacağını düşünebilmek gibi hususlara özel dikkat sarf etmek icap etmektedir.

 

* Bu yazı 13 Temmuz tarihinde İTO Meclisinin açılışında yapılan konuşma için kaleme alınmıştır.

SAHİP OLMAK MI, YOKSA OLMAK MI?

Geçenlerde evde kütüphanemi karıştırırken eskiden çok severek okuduğum ve onun içinden bazı örnekleri bir çok yerde paylaştığım bir kitap yeniden  gözüme takıldı.

Kitabın adı;  TO HAVE OR TO BE yani SAHİP OLMAK VEYA OLMAK.

Muhtemelen birçoğunuz bu kitabı duymuş ve belki de okumuşsunuzdur.

Yazarı: Erich Fromm, Yahudi kökenli, Almanya doğumlu, Amerikalı ünlü bir psikanalist, sosyolog ve filozof

Batı kapitalizmine de Rusya’daki Marksist yapıya da muhalif görüşler ileri sürmüş bir kişi. 1900 ile 1980 arasında yaşamış ve geriye ilginç eserler bırakmış.

Erich Fromm kitabında “sahip olmak” ve “olmak” kavramları çerçevesinde üç örnek şiire yer vermiş

Bu üç şiirlerde de nedense  ÇİÇEK VE O ÇİÇEĞE YAKLAŞIM üzerinde duruluyor

İlk örnekte, Tennyson 19.yy’da yaşamış bir İngiliz şair. Bakın bu şiirde beğendiği bir çiçeğe nasıl yaklaşıyor?

Çatlak duvarlar arasındaki güzel çiçek

Seni o çatlakların arasından alacağım

Tüm köklerinle birlikte elimde tutacağım

Küçük çiçek, eğer anladığım gibi ise her şey

Köklerin, yaprakların ve çiçeklerinle bir bütün olan sen,

Tanrı’nın ve insanın ne olduğunu açıklıyorsun bana

Burada şair çiçeği görünce ona sahip olmak istiyor. Onu yerinden koparmak ve kökleriyle eline almak istiyor. Burada fark edildiği üzere çiçeği düşünmüyor, sadece kendi zevkini ve hazzını düşünüyor

İkinci örneğimizdeki mısraları kalem aşan Basho ise 17.yy’da yaşamış bir Japon şairi.

Dikkatlice bakacak olursam

Çalılıklar arasında görüyorum onları

Çiçek açan nazuna’ları!

……..

Japon şairi burada çiçeği görüyor ve ona hayran oluyor. Onu bulunduğu yerde seyretmeyi yeterli görüyor. Koparıp eline almıyor. Çiçeği yerinden etmeyi düşünmüyor. Sadece seyretmekten zevk alıyor Onun varlığına saygı gösteriyor.

Bu da Alman edebiyatçı Goethe’den bir çiçek şiiri

Ormanda yürüyordum

Öylesine ve kendimce

Ve hiçbir şeyi aramamak

İşte buydu niyetim

Sonra gölgeler arasında

Bir çiçek gördüm

Yıldız gibi parıldayan

Bir göz gibi gülümseyen

Yerinden koparmak isterken onu

İncecikten bana

Solup ölmemi mi istiyorsun?

Tutup kopararak beni deyiverdi.

Onu kökleriyle birlikte

Hiç incitmeden çıkarıp

Güzel evin başındaki

Büyük bahçeye taşıdım

Büyük sakin bahçede

Ektim onu yeniden

Şimdi o küçük güzel çiçek

Büyüyor durmadan çiçek açıp gülerek.

Burada sahip olmak isteği var. Bu istekle birlikte çiçeğin varlığına saygı duyan bir düşüncenin varlığı da görülüyor… İkisi ortası bir durum

Belki orta yol: Hem sahip olmak hem de olmak aynı zamanda tahakkuk ediyor. Tabii ideali belki Japon’un yaklaşımı ama Goethe’nin tarzına da kapı açık bırakılabilir…

Şiirlerde görüldüğü gibi; Güzel bir çiçeği gördüğümüzde içimizde ona karşı sevgi oluşabilmelidir. İnsan olmanın gereği bu değil midir?

Sahip olmak” güdüsüyle harekete geçen bir insan onu koparıp saklamaya çalışırsa çiçeğin varlığına zarar vermiş olur. Birinci örnek işte bize bu hali anlatmaya çalışıyor..

Ancak “olmak” güdüsüyle hareket eden insan çiçeğin varlığından dolayı içinde inanılmaz sevinç duyar ve onun varlığıyla kendi benliği sanki bir bütünmüşçesine sever çiçeği.

Mühim olan başka varlıkların yaşamasından dolayı duyulan mutluluktur. İkinci ve üçüncü şiirde işte bu olmak ile ilgili halet-i ruhiyeyi görüyoruz…

Erich. Fromm burada şu nokta üzerinde duruyor ki ona hak vermemek elde değil: Çağımız insanı kendisini, “olduğu gibi” değil sahip olduklarıyla hatta sahip de olmayıp nerdeyse doğrudan tükettikleriyle tanımlamaktadır.

Bugün artık bir şeylere sahip olmak, onları kendi zevki, hazzı veya çıkarı için kullanmak ve TÜKETMEK İSTEĞİ neredeyse en önemli hedef haline gelmiştir

Burada şu soruyu sormak bence anlamlı olur. İnsanın ihtiyacı kadarına sahip olması ve gerektiği kadar kullanması ( harcaması) daha iyi değil midir?    

Çağımız insanının gerçek anlamda insan olarak yaşaması için “sahip olmak” merkezli bir yaşamdan “olmak” merkezli bir anlayışa geçmesi daha iyi olmaz mı?

Olmak” ilkesinden kasıt insanın yaşamla aktif bağlantıya geçmesi ve her şeye kendi gerçek benliğini vererek yaşayabilmesidir. Yani yaptığı eylemle “bir olabilme” becerisidir…

Mala, mülke, şöhrete, insana, bilgiye, ‘sahip olmak’ demek,

Onları ele geçirmek, kendine mal etmek, onlara egemen olmak,  dilediğince ve hesapsızca  kullanmaktır.

Sahip olmak tamamen kötü bir şey midir? O da doğru değil elbette.

Ama bu mülkiyet ve sahiplik duygusunu sadece kendi çıkarı için, karşısındakilerin halini, varlığını, özgürlüğünü, insanlığını ve hakkını düşünmeden kullanmak, insanı insanlıktan çıkarır, onu başka bir şey yapar…

Sahip olmak’ın karşıtı olan ‘Olmak’ ise,

Her şeyi kendi bütünlüğü, canlılığı ve kendi gelişimi içinde sevmek, kişinin herkeste (değişik oranlarda) var olan özelliklerini ve insancıl zenginliklerini değerlendirerek, onları geliştirmesi demektir.

Kendini yenileştirmek, geliştirmek, sevmek, benliğin dar sınırlarını aşarak diğer insanlara yönelmek, onlarla iş birliğine gitmek ve vermek demektir.

Sahip olmak ve olmak kavramlarına farklı noktalardan bakarak bazı açılımlar sağlayabiliriz:

Örnek olarak otorite ve güç açısından baktığımızda şunları görebilmemiz mümkündür

Sahip olanların otoritesi, fiziksel bir güce dayanır. Bu güç yok olduğunda otorite de son bulur. Bu tür bir otorite hiç de verimli bir otorite ve güç kullanım şekli değildir. İnsanların üniformalar ve unvanları, kişiye yetki veren kaliteler olarak kabul etmeleri kişiler arasında sıhhatli olmayan bir ilişki şeklini doğurur

Olmak ilkesine dayanan bir otorite ise tehdide, rüşvete, emir vermeye değil gelişmiş kişiliğe bağlıdır.

Bizler bugün farklı farklı derecelerde de olsa belli otoritelere ve göreceli olarak güçlere sahip değil miyiz? Bu nokta sanki tam bizlere hitap ediyor. Burada kendi durumlarımızı samimiyetle değerlendirmek mecburiyetindeyiz

Diğer bir örneği sevmek konusunda verebiliriz…

Sahip olmak türünde sevgi, karşısındakini çok da düşünmeden onu elde etmek ister. Karşısındakini bir şekilde kendi denetimi altında tutmaya çalışır. Bu tür bir sevgi muhatabına hayat vermek yerine onu boğucu, engelleyici ve kısırlaştırıcı bir eylem haline dönüşebilir.

 “Olmak” tarzındaki sevgide ise seven kişi kendisi kadar hatta kendinden daha fazla karşısındakinin duygularını düşünür. Hakiki sevgi belki daha çok vermektir, almak değildir.

Bir şeylere ya da pek çok şeye sahip olmak, yaşamamızın tek gayesi olmamalıdır. Esas olan bir şeylerin kendimize ait olması değil o şeylerin hayat içinde anlamlı izler olarak yer alabilmesidir.

Bir insanı mutlu eden, belki ona kendini hatırlatan bir söz, bir gülümseme veya bir selamdır. Başkalarının hayatını anlamlandıracak bir dokunuş insanlığa bırakılacak anlamlı bir eserdir ve kalıcı bir izdir.

Bu izler ve nakışlar insanları hakikaten var kılar…..

Sahip olmak’ güdüsünden kendimizi kurtarabildiğimiz ölçüde ‘olmak’ ilkesine yaklaşabiliriz.

Özetle ‘olmak’ için, ‘ben’ tutkusundan ve her şeyi kendi benliğimizin, kendi çıkarlarımızın açısından değerlendirmekten sıyrılmak zorundayız.

Sadece hazlarımız peşinde koşmak; kendi dışımızdakilerin hayat, mülkiyet, özgürlük haklarını hiçe sayıp bunları sadece kendimize doğru döndürmeye çalışmak, insana belki kısa dönemli bir haz, bir zevk verebilir.

Ama insan olmak bu mudur?

İnsanoğlunun yaradılışımıza uygun yüksek duygulara sahip insan olmasını özetle şu şekilde ifade edebiliriz ;

İnsan olabilmek kendi dışımızdaki varlıkları da düşünebilmek, paylaşabilmeyi bilebilmek, kendimizden sonra da verebildiklerimizle bu dünyada daha kalıcı bir iz bırakabilmektir. Peşinden koşulması gereken değerler herhalde bunlar olmalıdır.

İşte o zaman insan yaratışındaki o güzelliğe yaklaşır, değeri yükselir ve yükseldikçe de kamil insan olur. Yoksa maazallah hayvanlaşabilir hatta hayvanlardan bile daha aşağı seviyelere düşebilir. Birbirini acımasızca sömürür, zulmeder ve her türlü kötülüğü yapar. Dünya tarihi bu tür çok fazla örnekle doludur.

Bu konuya Şeyh Galip’in meşhur mısralarını son vermek istiyorum

1700’lerin sonunda yaşamış olan Merhum Şeyh Galip şöyle demişti?

“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”

“Ey insan evladı! Kendine saygıyla/hürmetle yaklaş;

Çünkü sen kâinatta yaratılmışların özü/göz bebeği olan insansın.”

İnşallah yeni yüzyılda bu kalitede insanlar olarak hem kendimiz hem de insanlık alemi için güzel örnekler oluşturabiliriz…

*Bu yazı 12 Ocak 2023 tarihinde İTO Meclisinin başlangıcında yapılan konuşmadan uyarlanarak kaleme alınmıştır. Bu yazının hazırlanması sırasında Prof. Dr. Nihat Alayoğlu’nun benzer bir çalışmasındaki notlarından da istifade edilmiştir.

SİYASETNAMELERLE ŞEKİLLENEN SİYASET

Siyaset en geniş anlamıyla yöneten ve yönetilenler arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi olarak tanımlanmaktadır. Adil hükümdarlar, tecrübeli devlet adamları, bilgi ve hikmet sahipleri siyaseti, daha erdemli bir topluma erişme sanatı olarak görmüşlerdir.

Tarihimizde siyaset adamlarına ve hükümdarlara yönelik olarak devrin ilim adamları tarafından siyasetname adıyla bilinen metinler kalem alınmıştır. Bu belgeler içinde siyasi düşünce ve uygulamalara yönelik olarak çeşitli tavsiyeler, nasihatler yer almıştır. Mesela bu siyasetnameler içinde en meşhurlardan biri olan Koçi bey risalesi Dördüncü Murad’a hitaben kaleme alınmıştır.

Büyük ilim adamı İbn-i Teymiyye’nin de bu tarz bir eseri meşhurdur. İmam-ı Gazali’nin Nasihatü’l Mülük adlı eseri de bu kabildendir. Mesela İtalyan Machiavelli’nin kitabı da bu kabil bir siyasetnamenin batılı versiyonudur.

Eski Başbakanlık Müsteşarı ve çeşitli bakanlıklarda vazife almış olan Prof. Dr. Ömer Dinçer beyin  siyasi alandaki görünür işlevleri yanında diğer önemli bir yönü de İşletme hocası olmasıdır. Ömer hoca 2018 yılında bir kitap yayınladı. Bu kitapta bizim tarihimizdeki 45 siyasetnameyi incelemiş. Kitabın adı: Siyasetnameleri Yeniden Okumak.

Bu yazımızda sizlere bu kitaptan bazı bölümleri kısaca nakletmek istiyorum:

Ömer Dinçer’in incelediği bu 45 siyasetnamede gördüğü ve kitapta da altını çizerek naklettiği bir husus var: Siyasetnamelerde politika ve yönetim hiçbir zaman ahlaktan ayrı düşünülmemiştir. Bu anlamda siyasetnameler aynı zamanda birer ahlak kitabıdır. Bu kitaplarda öne çıkan en önemli konu da ERDEMLİLİK olmuştur. İbn-i Teymiye erdemliliği emanet (güvenilirlik) olarak vasıflandırmıştır. Şeyzeri adlı alim buna edep demiştir. Yusuf Has Hacip ise haya ve utanma duygusu olarak açıklamıştır…

Kınalızade Ali Efendi erdemi ‘eşyayı layıkı ne ise öyle bilmek, ef’ali ( yani fiilleri, eylemleri) layıkı ne ise öyle kılmaktır. ( yapmaktır.)  diye tanımlamıştır. (Dinçer 2018, s.47)

Siyasetnamelerde liderlerin, siyasi yöneticilerin sahip olması gereken özellikler zinciri bir çok yerde küçük farklılıklar gösterse de genelde şu temel başlıklarla anlatılmıştır.

AKIL, BİLGİ, GÜZEL AHLAK,(EDEP) CESARET, DOĞRULUK, SİYASET VE ADALET

Bu çember öncelikle akıl ile başlıyor, bilgi ile aydınlanıyor, edeple güzelleşiyor, cesaretle güçleniyor, ve istikamet buluyor son olarak da gayretle süreklilik kazanıyor.

Doğru siyaseti seçmek için akla, siyaseti doğru yapmak için bilgiye, yapılan siyasetin halk tarafından kabul edilmesi için ahlak ölçülerine uymak gerekir. Hükümdarın doğru ve samimi olması ise ADALETİ sağlar. Adalet aklın gereğidir. Yusuf Has Hacip dermiş ki. ADALET beyle ( yönetici ile) halk arasında uyumu sağlar

Yöneticinin edepli olabilmesi için gerek şart onun bilgi sahibi olması yani işinin gereği olan bilgiyle donanmış olmasıdır. Aynı zamanda kendi nefsi arzularına uyup dilediğini yani her istediğini de de yapmaması gerekir.

Orhun Abidelerinde de lider için şu vasıflardan bahsedilmektedir:

Lider (bey) bilgili, töreye bağlı, doğru ve cesur olmalıdır.

Kutadgu Bilig ise liderin altı vasfı olmalıdır der. Adalet, doğruluk, iyilik, erdem (akıl ve bilgi) cesaret ve haya

Görüldüğü gibi birçok özellik farklı farklı metinlerde ortak olarak ele alınmıştır.

AHLAKLI olmanın yanında diğer önem verilen nokta ise sizin de dikkatinizi çekmiş olduğunu düşündüğüm ADALET

Bu noktada birkaç cümle ile Adalet Dairesi üzerinde durmak istiyorum.

Adalet dairesi bir ülkede iktidarın devamın sağlayan fonksiyonlardan oluşan bir dairedir. Bu dairenin amacı devlet ve toplum düzeninde birlik, refah ve sürekliliğin sağlanmasıdır.

Yunanlı düşünür Aristotales Adalet dairesinden ilk defa bahseden kişi olarak ifade edilir. Şöyle der:

Alem bir bahçedir, çifti (duvarı) devlettir. Devlet iktidardır onun koruyucusu kanundur. Kanun siyasettir. Yürütücüsü hükümettir. Hükümdar bir tür çobandır, destekçisi ordudur. Orduyu geçindiren Maldır. Mal rızıktır ve bunu biriktiren ise Halktır. Halkı yönetime itaat ettiren ise ADALETTİR.

Siyasetnamelerde adalet halkın üzerinden zulmü kaldırmak, güçlünün zayıfı ezmesine meydan vermemek, tebaanın (halkın) can ve malını güven altında tutmak şeklinde tanımlanmaktadır

Aristotales’in adalet dairesinden hareketle Kınalızade’nin de detaylı bir Adalet dairesi tarifi vardır:

Adl’dir mucibi salah-ı cihan (Adâlettir dünya düzen ve kurtuluşunu sağlayan)

Cihan bir bağdır dıvarı devlet (Dünya bir bahçedir, duvarı devlet)

Devletin nazımı Şeriattır (Devletin nizamını kuran Şeriattır)

Şeriata olamaz hiç haris illa Melik (Mülk) (Allah kanunu ancak saltanat ile korunur).

Melik zapt eyleyemez illa Leşker (asker) (Saltanat, ancak ordu ile zaptedilir)

Leşkeri cem edemez illa Mal (Ordu , ancak mal ile toplanır ve ayakta kalır)

Malı cem eyleyen Raiyettir ( Reayadır Halktır). (Malı sağlayan  halktır)

Raiyyeti kul eder padişah-ı aleme Adl. Halkı Cihan Padişahının idaresi altında tutan da ancak adalettir ) ( Dinçer 2018, s51)

Bu metni günümüz anlayışı ile şöyle de çevirebiliriz

Dünyanın kurtuluşu için adalet gereklidir

Dünya bir bahçedir ki onun duvarı Devlet mekanizmasıdır

Devletin nizamını sağlayan hukuktur

Hukuk ancak siyasi bir sistem ile işler hale gelir

Siyasi sistemin bekası için askeri ve güvenlik gücü çok önemlidir

Bu sistemi kurmak için illa ciddi bir gelir kaynağı gerekir

Bu gelir kaynağını sağlayan Halktır

Halkı siyasi sisteme bağlı hale getirecek yegane güç ise Adalettir.

Siyasetnamelerde tavsiye edilen önemli nokta şu ki: siyasi düşünce iki merkezi kavram etrafında şekillenmelidir. Bunlar birbirlerinden ayrılmaz. Bunlar: Birbirlerinin üzerine kurgulanması gereken Siyaset ve Ahlaktır.

Ahlaka dayalı bir siyaset anlayışı da o ülkede Adaletli bir düzenin tesis edilmesini sağlar.

14 ve 28 Mayıs tarihlerinde Türk milleti olarak sandığa gidip hem Cumhurbaşkanını hem de parlamento için vekilleri seçtik. İnşallah bu seçim sonrasında Ahlak ve Erdemlilik üzerine oturan bir siyasetin oluşması mümkün olur. Hem seçilenlerin hem de seçenlerin bu konuda ellerinden gelen gayreti göstermeleri gerekir ki arzu edilen bu netice tahakkuk edebilsin.

Allah hakkımızda hayırlısını nasip etsin

  • Bu metin 13 Nisan 2023 tarihinde İTO Meclisi’nin açılış konuşmasında kullanılmak üzere kalem alınmıştır. Erhan Çardaklı bey ve grafikleri hazırlayan arkadaşlara da katkılarından dolayı teşekkür ederim

Dinçer Ö; Siyasetnameleri Yeniden Okumak, Klasik Yayınları, İstanbul, 2018

YAŞANAN HAYATIN HIZLI AKIŞI BİZLERİ RAHATSIZ EDİYOR MU?

İçinde yaşadığımız hayat gün geçtikçe sanki daha fazla hızlanıyor. Özellikle büyük şehirlerde ikamet edenler bunu eminim ki daha fazla hissediyorlar. Gerçi akıp giden hayatı vasıflandırırken sadece onun hızından bahsetmek durumu resmetmek için tam anlamıyla yeterli olmayabilir. Onun yanında karışıklığı, yoruculuğu, pahalılığı, gürültüyü, kalabalığı ve çok fazla hareketliliği de zikretmek gerekebilir.

Sabah ve akşam saatlerinde ülkede 20 milyona yakın ilk-orta ve lise öğrencisi, 8 milyonun üzerinde üniversiteli, 1 milyon civarında öğretmen, 200 bine yakın akademisyen, 30 milyonu aşan istihdamdaki insan, ana ve ilkokula giden çocukların önemli bir kısmının anne ve babaları, serbest çalışan birkaç milyon esnaf ve tüccar büyük bir telaşla evlerinden çıkıyor, ya okullarına, ya da vazife yaptıkları yerlere doğru yola koyuluyorlar. Otobüsler, trenler, metrolar, vapurlar, özel arabalar ve servisler vızır vızır insanları taşımaya çalışıyorlar. İnsanlar da büyük bir koşuşturma içinde bu vasıtalara biniyor, iniyor, içerlerinde itiş kakış yolculuk yapıyor, trafikte yorucu saatler geçiriyorlar.

Bazen yüksekçe bir yerden Eminönü ve Sarayburnu’nun karada ve denizdeki karmaşasına baktığınızda bu halet-i ruhiyeyi derinden hissedebilirsiniz. Veya bir metrobüs durağını genişçe gören bir yerden oradaki kalabalığı izlediğinizde benzer bir duyguya kapılabilirsiniz. Bir sabah vakti Fatih’teki Vatan Caddesinin bir başından öteki başına doğru şöyle bir yürüyüş yaparsanız, vergi dairesinden, belediyeye, emniyetten göç idaresi veya kaymakamlığa kadar binalara girip çıkan, metronun duraklarının etrafında yığılan insanları hayretle müşahede eder ve kuvvetle muhtemeldir ki sizler de bahsettiğim yorumlara hak verirsiniz. Tabii Anadolu yakasında da birçok noktada benzer örneklere rastlayacağınıza eminim.

Bu örnekleri daha fazla artırmak ve başka büyük şehirlere genişletmek de mümkün. Burada anlatmak istediğimiz özellikle büyük şehirlerde hayatın yukarıda bahsettiğimiz tarzda hızlı ve yıpratıcı olduğunu bir nebze de olsa altını çizerek ifade edebilmek.

Hayatın resmetmeye çalıştığımız hale evrilmesi karşısında insanoğlu neler yapabilir diye bu durumdan pek de memnun olmayan birçok kişinin kafa yorduğuna şahit olmuşuzdur. Bunlardan biri de ben olduğum için bu arayışa dikkat çekmeye çalışmam herhalde normal sayılabilir.

Bu noktada şöyle bir soru sorulabilir: Acaba kısmen de olsa bu tarz bir hayatın dışına çıkabilmek mümkün olabilir mi?

Belki radikal bir karar vererek içinde yaşanılan şehri değiştirmek ve daha sakin bir yere gitmek gibi bir alternatif denenebilir. Tabii tek başına yaşamayan ve yaşadığı yerle birçok bağlantısı olan kişiler için bahsettiğimiz seçenek pek de kolay bir yol değil. Bunu deneyen bazı dostlarımız oldu. Tası tarağı toplayıp yaşadıkları büyük şehri terk ettiler. Ya memleketlerinde ya da daha sakin bir şehirde yeni bir hayat kurmayı denediler. Birçok kişi de özellikle yaz aylarında memleketlerine adeta kaçarak şehir hayatına kısmen ara verebiliyor ve bu yolla rahatlayabiliyorlar.

Buna ilave olarak hayat ritmini, mesela işini ve/veya şehir içinde yaşadığı semti değiştirmek de imkan dahilinde. Bu yolu deneyip hayatının yönünü farklı istikametlere çeviren kişilere de rastlayabiliyoruz.

Peki bu hızlı hayat içinde bize çölde bir vaha gibi fonksiyon görecek başka hangi yollar olabilir?

Bu soruya da çeşitli cevaplar verilebilir ve her biri kendi açısından bizlere farklı açılımlar sağlayabilir

Onlardan bir tanesi olarak son yıllarda benim de iştigal alanım olan kitapçılar ve sahafları ziyaret etme alternatifi üzerinde durabiliriz. Bizim gençlik yıllarımızda İstanbul Beyazıt’taki Sahaflar çarşısı bu konuda önemli merkezlerden birisi idi. Onun dışında yine Beyazıt’da Beyaz Saray Çarşılarının bodrum katındaki kitapçılar çarşısı da insanı yaşanan hayatın adeta dışına çıkaracak nitelikte bir mekandı. Farklı farklı kitapçılarda oranın müdavimi olan kişilerin etrafında oluşan sohbet halkaları katılanları çeşitli açılardan adeta doyururdu. Yeni çıkan dergiler genelde ilk olarak Beyaz Saray’a gelir ve orada meraklıları ile buluşurdu.

Bizim yakın arkadaş çevresi için favori mekanımız Rahmetli İsmail Özdoğan ağabeyin sahibi olduğu Enderun Kitabevi idi. Özellikle hafta sonlarında daha çok oraya devam eder ve Enderun’a gelen ağabey ve üstadların sohbetlerini büyük bir keyif ile dinlerdik.

Bu iki kültürel merkeze ilaveten etrafta Çorlulu Ali Paşa Medresesi, Marmara Kıraathanesi. Küllük vs gibi başkaca sohbet mekanları da vardı ki onlar da bu muhabbetli ortamın adeta tuzu biberi mesabesindeydi.

İstanbul’da Beyaz Sarayın fonksiyonunu bu aralar kısmen Laleli’deki Yumni Kitapçılar Çarşısı görebiliyor denilebilir.

Yine bugün için söylersek, İstiklal Caddesi üzerinde, başta Galatasaray Lisesi’nin karşı cenahında ve yine Taksim’in ara sokaklarında irili ufaklı bu tarz birçok sahaf dükkanı insanı bahsettiğimiz şekilde farklı bir aleme taşıyabilecek nitelikte mekanlar. Son dönemde Üsküdar’da açılan sahaflar çarşısını da bu anlamda önemli noktalardan biri olarak sayabiliriz. Yine Fatih’te başta İnkilab kitabevi olmak üzere benzeri sohbet ve kültür mekanlarını bulabilmemiz mümkün.

Tabii buralardan yeterli ölçüde istifade edebilmek için sizin talepkâr ve arayıcı olmanız büyük önem taşıyor. İştigal ettiğiniz alan da olabilir, onun dışındaki başka konular da olabilir ama farklı bir şeyleri öğrenmeye ve yeni düşünceleri keşfetmeye niyetli olmanız önemli bir gereklilik. Bu çerçevede sahaf veya kitapçıda huzurlu bir ruh hali ile kitapları karıştırmak, daha önceden incelemeyi tasarladığınız eserlerle ilgili o dükkandaki kişiler ile sohbet etmeye gayret etmelisiniz. Siz arayıcı ve keşfetme niyetlisi bir halde olursanız kuvvetle muhtemeldir ki sizin bu ilginize muhatap olabilecek birilerine rast gelirsiniz. İşte o noktada sohbeti derinleştirmek size veya muhatabınıza bambaşka kapılar açabilecektir. Belki de bu tip mekanların en önemli fonksiyonlarından birisi de budur. Dükkanın sahibi veya yöneticisi hakikaten işini severek yapan bir kişi ise, bu tip bir ortamın doğmasından büyük bir keyif alıyordur, bundan kesinlikle emin olabilirsiniz.

Nereden mi biliyorum? Biz de iki yılı aşkın bir süredir Edirnekapı Kariye’de bu tür bir yer işletiyoruz. Kitapla, kültürle, okuma ve yazma ile ilgili birileri gelip kitapları, dergileri karıştırınca büyük bir mutluluk duyuyoruz. Hele hele bahsi geçen türde kişiler ısrarla bir şeyler arıyor ve soruyorsa bu mutluluğumuz daha da artıyor. Misafirimize hemen çay veya kahve cinsinden bir şeyler ikram etmeye ve onu bir köşeye oturtmaya çalışıyoruz. Bazen farklı farklı çevrelerden arkadaşlarımız ve dostlarımız, çoğu zaman da programsız olarak dükkanımızda bir araya gelebiliyor ve enteresan fikir alışverişleri ortaya çıkıyor. Yeni tanışmalar, yeni dostluklar oluşuyor. Bazı sohbetler bizler için de aydınlatıcı oluyor ve o konularla ilgili eldeki eserlerin yetersizliğini fark ettiğimizde hemen ilgimizi bahsi geçen alanlara doğru kaydırmaya ve o sahalardaki eserleri de elden geldiği oranda temin etmeye gayret ediyoruz. İlgili gördüğümüz kişilere kendi kişisel koleksiyonlarımızdan bahsediyoruz. Görmemişse gösteriyor ve haberdar etmeye çalışıyoruz. Bu gayret bizlere değişik bir haz veriyor.

Bizim mekanda kitap dışında geleneksel sanatlardan kendi gayretlerimizle oluşturmaya çalıştığımız büyüklü küçüklü tablolar da yer alıyor. Ayrıca farklı alanlarda el sanatları çalışmalarını da sergiliyoruz. Kitap, hüsn-i hat, ebru, tesbih, kamarçin, kalem işi gibi eserler yan yana geldiğinde içerde farklı bir hava oluşuyor. Bazı ziyaretçiler bu mekanın kendilerini başka bir atmosfere götürdüğünü söylüyor. Kimisi Diriliş Ertuğrul’un film seti gibi diyor, kimisi ise adeta zaman tüneline girdim diyor. Bahsi geçen örnekler bu tür mekanların adeta farklı bir boyuta açılmış pencere gibi, insanları hayatın rutin akışının dışına çıkarabilme fonksiyonunu kısmen ifa edebildiğini gösteriyor.

Tabii sadece bizim dükkanın bu tür bir işlevi olduğunu iddia etmek isabetli olmaz. Kitapçı ve sahafların önemli bir kısmının üç aşağı beş yukarı benzer bir havaya sahip olduklarını söyleyebiliriz. Yukarıda izah ettiğimiz tarzda bir arayışı olanlar başta İstanbul olmak üzere birçok şehirde bu tür fonksiyon gören mekanları bulabiliriler. Esas mesela aramaya niyetli olmak ve samimiyetle bu niyetin peşinden gitmek.. İnanıyoruz ki arayanlar kendilerini bu hızlı ve yorucu hayatın dışına çıkarabilecek, zihinlerini ve gönüllerini dinlendirebilecek, taleplerine göre de doyurabilecek mekanlara devam ederek şehir hayatının yıpratıcı etkilerine karşı hoş bir kalkan oluşturabilirler.

Burada ilk etaptaki gayemiz bir kalkan oluşturabilmek. Peki kalkan oluşturabilmenin ötesinde bu tür mekanlarda elde edilebilecek o ruh sükunetini ve huzuru şehrin farklı alanlarına da taşıyabilmek mümkün olabilir mi? O kadarını bilemiyorum. Ve belki de o derece iddialı olmaktan çekiniyorum.

Ama inşallah bir gün o da olur ve hayatın hızlı akışı daha insani bir boyuta doğru yönelebilir…

*Şehir ve Kültür Dergisi Haziran Sayısında yayınlanmıştır

1970’Lİ YILLARDA FLORYA ŞENLİKKÖY’DE BİR GEZİNTİ

Florya Şenlikköy Bakırköy’e bağlı bir yerleşim yeri olarak önceleri köy statüsünde iken, özellikle 1990’lardan sonra ciddi bir gelişme göstermiştir. Eski dönemlerde Rumca ismi ile Kalitarya olarak bilinen bu bölgenin yerlisi çoğunlukla Rumeli’den göç etmişlerdi.

Köyün büyükleri kendilerinin Selanik yakınlarında Kayalar adıyla bilinen bir köyden geldiklerini söylerlerdi. Hatta bugün Kayabaşı olarak bilinen bölgeye göç eden kişilerin bir bölümünün kendi akrabaları olduklarını da ilave ederlerdi.

1870’li yıllarda vuku bulan Osmanlı Rus Harbinde Ruslar İstanbul yakınlarına kadar geldiklerinde bu bölgeyi işgal etmişler ve Ayastefanos Antlaşması ile 93 Savaşı anısına Şenlikköy sırtlarına bir anıt inşa etmişlerdir.

Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıç döneminde Kasım 1914’te  Enver Paşa’nın talimatıyla bu anıt yıktırılmıştır. Anıtın yeri bizim aramızda sürekli askeriye olarak geçen Şenlikköy’ün Basınköy ile arasındaki bölgede yer alan Birinci Orduya bağlı levazım bölüğünün içerisindedir.

1915 yılında Rusya’daki Bolşevik Devriminden kaçan Beyaz Rusların bu bölgeye yerleştikleri görülmüştür. İstanbul’da çok da yaygın olmayan ve belli sayıdaki semtte deniz hamamları kanalıyla istifade edilen deniz banyolarının yaygınlaşmasında özellikle Florya sahillerinde denize giren Rusların etkisi çok olmuştur. Önceleri Flurya olarak telaffuz edilen semtin ismi daha sonra Florya olarak söylenmeye başlanmıştır.

Bölgede çokça bulunan Florya kuşunun Şenlikköy’ün isminin daha çok Florya olarak anılmasında etkili olduğu da ifade edilmektedir.

Mustafa Kemal Atatürk 1930’lı yılların başında İstanbul’da yaptığı bir gezi sırasında Yeşilköy’e kadar gelmiş ve oradan deniz yoluyla Florya’ya geçmiştir. Burayı çok beğenen Atatürk yaptırdığı araştırmalara binaen buraya bir orman çiftliği, sahilde Cumhurbaşkanlığı köşkü ve lojmanlar yapılmasını uygun bulmuştur.

Cumhurbaşkanlığı köşkü kısa sürede inşa edilmiş ve yakınında 350 dönümlük bir Orman oluşturulmaya başlanmıştır. Bugün Florya’ya önemli bir değer kazandıran Atatürk Ormanı’nın yapımının özet hikayesi bu şekildedir.

BİZİM AİLENİN FLORYA ŞENLİKKÖY’E GELİŞLERİ

Bizim ailenin büyükleri de 1960’lı yılların başında Şenlikköy’ün bu özelliğini keşfetmiş ve burada mekan edinme arayışlarına girmişler. Bu arayışların sonucunda ilk olarak Necati amcam ve Ahmet eniştem bir teşebbüste bulunmuş, daha sonra babam ve büyük amcam da bu kervana katılmış. Biz, Necati amcam, Ahmet eniştem ve aileleri 1980 yılına kadar yaz aylarında Florya Şenlikköy’de ikamet ederdik.. 1980 Yılında  Rahmetli babam Necati amcam ve Ahmet eniştemle birlikte Basınköy’de bir ev yaptırdıktan sonra Şenlikköy’den ayrıldık ve o tarihten sonra artık yaz aylarında Basınköy’e gitmeye başladık. Fakat büyük amcam ( Ahmet Erken) , çocukları ve torunları ile beraber Şenlikköy’de oturmaya devam ettiler ve bu gruptan bir bölümü halihazırda Şenlikköy’de yaz kış oturmayı sürdürüyorlar.

Çocukluğumun ve gençliğimin önemli bir kısmının geçtiği bu bölgeyi 1980’lerin başına kadar anlatmak niyetiyle bu yazıyı kaleme almak istedim. O dönemden aklımda kalan mekanlar ve kişileri de zikrederek hatıraların bir bölümünü kayda geçirmeyi arzu ettim.

MOTEL FLORYA’DAN BAŞLAYAN ŞENLİKKÖY HATIRALARI

Florya dediğimizde bizim için başlangıç noktası Beşyol diye tabir edilen şimdilerde eski havaalanı istikametine devam eden ve havaalanının boydan boya yanından geçen yoldan kavşak ile ayrılan noktadan başlamaktaydı. İlkokul yıllarımda hatırladığım kadarıyla Florya’ya otomobille gelirken henüz Füze rampası denilen yokuş ve İkitelli’ye doğru giden Basın Ekspres yolları açılmamıştı ve biz bugün Atatürk Havaalanının pistinin ucu olarak kullanılan yerden düz olarak yukarı doğru çıkar ve Beşyola ulaşırdık. Eskiden yol olarak kullanılan yerin başlangıç bölümü şu an fidan üretim merkezi (Ali İmbertos çiftliği) olarak kullanılıyor. Daha sonra Füze yokuşu denilen yan taraftaki yokuş açılınca E5 yolu bir adıyla Füze yokuşu diğer adıyla Yandım Çavuş yokuşu olarak anılmaya devam etti ve Beşyol kavşağı ve Telsiz bölgesi daha içerde kalmış oldu. Füze yokuşundan çıkarken sağ tarafta eskiden Safraköy daha sonra da Sefaköy olarak ismi değişen yerleşim merkezi vardı. Eski dönemlerde Londra Asfaltı denen E5 yolu üzerindeki kavşaklarda İncirli de dahil olmak üzere şimdi çoğu yerde var olan üst geçitler yoktu ve trafik işaretleri ile kavşak geçişleri sağlanmaktaydı.

Bizim bulunduğumuz dönemde Beşyol kavşağında, yolun kenarında şimdiki Pembe Evler sitesine varmadan Motel Florya adıyla bir küçük otel bulunmaktaydı. Motel Florya’nın ve yanındaki boş arazinin üzerinde şimdilerde Persan Satış Mağazası ve Büyük bir AVM yer almakta .

Otelin karşısında yani Florya asfaltının karşı tarafında geniş bir arsa ve onun da arkasında Ziraat diye tabir ettiğimiz İTÜ’ye bağlı bir arazi bulunmaktaydı. Bugün bu geniş arsa üzerinde bir kaç otomobil satış yeri, sonrasında bazı binalar ve bir okul yer alıyor. Ziraat mevcut yerinde duruyor.

Ziraat ismini daha sonra tekrar bahsetmek üzere bir kenara not edelim ve devam edelim

Bahsettiğim bu boşluğun hemen yan tarafında Veterinerlik diye tabir ettiğimiz alanın bahçe duvarı ve sonrasında binalar başlamaktaydı. Veterinerlik geniş bir arazi idi. İçerisinde hem çeşitli hizmet birimleri hem de buralarda çalışan insanların aileleriyle oturdukları binalar bulunmaktaydı. Burası aynı zamanda suni tohumlama merkeziydi ve Şenlikköyü’ndeki büyükbaş hayvancılık ile uğraşanların hayvanlarının üreyebilmesi için damızlık boğaların yer aldığı bir mekandı.. Ayrıca hayvancılık yapanlara çeşitli hizmetler sunulmakta ve bu alanda araştırmalar yapılmaktaydı. Fakat biz çocuklar için orası Veteriner idi. Veterinerde de çok sayıda arkadaşımız yaşardı. Bunların içinde ilk aklıma gelenler olarak karateci Haluk, Vakko Ahmet,( Ahmet bir dönem Vakko adına defileye çıkmıştı ve o günden sonra adı öyle kalmıştı) İsmail ağabey, kardeşi İbrahim, Hasan ve Ferruh’u sayabilirim.

Motel Florya sonrası yolun sağında geniş boşluklar bulunmaktaydı. Motel Florya’nın arka tarafında Sami ve Sedat’ların çiftliği vardı. Anneleri saat 17.00 civarına geldiğinde inekleri sağar, tülbentten süzer ve bekleyen mahalleliye ılık ılık süt satarlardı.

O zamanların şartları içinde düşündüğümüzde bu bölge hakikaten evlerin ve insanların bugüne göre çok az olduğu sakin bir yerleşim yeriydi. O boşlukların içinde Harmanlar otobüs durağına doğru Kadri beylerin evi diye andığımız büyükçe bina o bölgenin en yüksek apartmanlarından biri olarak göze çarpardı. Kadri beylerin evinin yanında ve Harmanlar durağının arka tarafında futbol sahalarımızdan biri olarak kullandığımız genişçe bir boşluk yer almaktaydı

Eski dönemlerde Motel Florya’dan istasyona tarafına inerken önümüze çıkan ilk büyük sokak bugün Ekşi Nar olarak isimlendirilmiş olan sokaktı. Kadri beylerin evinden sonra bahsettiğim boşluk alandan sonra sağa doğru bir sokak daha girerdi ki bugün orası Selvi sokak olarak adlandırılmış bulunuyor. Eskiden bu isimler var mıydı pek hatırlayamamakla birlikte Selvi sokak denilen sokağın içinde arkadaşımız Zafer’in ailesiyle beraber oturduğu bir ev vardı ve burası bizim için öncelikle Zafer’lerin ve ağabeyi Hüseyin’lerin sokağı idi.

Zafer’ler Karadenizli idiler. Ağabeyi Hüseyin’in eli ve ayağı kısmi felçliydi. Kendi başına işini görüyordu ama vücudunun bir tarafını verimli kullanamıyordu. Aynı zamanda kısmi zeka geriliği de vardı. Fakat tüm bunlara rağmen bizim aramızda birçok etkinliğe katılabilmekteydi. Hüseyin aynı zamanda parayı çok severdi ve sürekli gelir getirecek bir şeylerle meşgul olurdu. Bazen çekirdek, bazen su satar, bunlardan arta kalan zamanında da evlerinin bahçesinde kesekağıdı yapardı. Mahalledeki çocukların Hüseyin’e takılma konusunda aşırıya kaçtıkları zamanlarda en büyük ağabeyleri devreye girer ve yanlış yapana haddini bildirirdi.

Selvi sokak denen bölgede Zafer’lerin evinin karşısında Rum bir aile otururdu. Bu aile amcamların evine arka bahçeden bitişik durumdaydı. Onlarla ilgili yaşadığımız en akılda kalan husus Kıbrıs Barış Harekatı olduğu süreçte bu aileden iki hanım, teyzemleri ziyaret etmişlerdi. Ziyaretin gündemi Kıbrıs ile ilgiliydi. Komşu teyzeler; ‘biz Kıbrıs’ta Türklere yapılanları benimsemiyoruz. Buradaki komşuluktan çok memnunuz, sizleri de çok seviyoruz demişlerdi’. Ben o dönemde henüz 13 yaşımda olmama rağmen bu ziyaret çok ilgimi çekmiş ve dikkatle takip etmiştim. Bizimkiler de olayı gayet rahat karşılamışlardı. Çünkü yazının daha sonrasında da fark edileceği üzere o dönemde Florya Şenlikköy’de Ermeni ve Rum nüfus bir hayli fazlaydı ve bu insanlarla yıllardır komşuluk yapılmaktaydı.

Rum komşuların yanında  Necati amcamın oğlu ve benden 7 yaş büyük olan Rahmetli Osman ağabeyimin yaşıtı ve o dönemlerde İstanbul Erkek Lisesinde okuyan Uğur ağabeylerin evi vardı. Ya Uğur ağabeylerin evinde ya da yan tarafındaki evde de Jilber ağabeyler oturmaktaydı. O sokağın bitimi bir üzüm bağı ile kesilir ve yol o bağın yan tarafından dar bir koridorla iki yan tarafa doğru devam ederdi.

Bağın sahibi Şefik ağa Şenlikköy’ün en büyük manavı Nejat ağabeyin babasıydı. Bu bağ, üzümler olmaya başladıktan sonra gerek bizim mahallenin gerekse de köyden gelen çocukların çokça ziyaret ettikleri bir mekan haline dönüşürdü. Aynı dönemde Şefik ağa da bu ziyaretleri fark ettiğinden bağın içindeki kulübede bekler fakat ne yaparsa yapsın mutlak manada bir başarı sağlayamazdı. Çocuklar güle oynaya ‘bağa dalmak’ tabir ettikleri eylemi gerçekleştirirler ve Şefik ağanın tüm karşı gayretlerine rağmen üzümlerden adeta göz hakkı alırlardı.. Ben onlara yapmayın etmeyin desem de pek kulak asmazlardı.

BAĞLAR MEVKİİ SOKAĞI  ( BİZİM SOKAK)

Selvi sokağın hemen paralelinde bizim de üzerinde uzun yıllar oturduğumuz Bağlar Mevkii Sokağına varırdınız. Selvi sokağın girişiyle Bağlar Mevkii sokağın girişi arasında iki ev vardı. Birinde bir dönem Muzaffer hanım teyze, beyi ve oğlu Avukat İlhan ağabey oturmaktaydılar. Muzaffer hanım teyzenin damadı ise o dönemlerde Galatasaray Lisesi’nde hocalık ve bir zaman Müdür Muavinliği yapan Rahmetli Ülkü Özatay hocamızdı.

Gerçi Ülkü hocalar daima orada ikamet etmezlerdi ama arada bir gelirlerdi. Benim de Galatasaray’a gitmemeden sonra o aile ile muhabbetimiz daha da fazlalaşmıştı. İlhan ağabeylerin evinden sonra köşede iki katlı bir ev bulunmaktaydı ve o evin bir yüzü de Bağlar Mevkii Sokağına bakmaktaydı. Bizim Bağlar Mevkii sokağın ismi daha sonra Yeni Bağlar sokağı olarak değiştirildi. Bahsettiğim evde çoğu seneler farklı yazlıkçıların oturduklarını hatırlarım. Mesela Piraye abla ve kardeşi Seyhan’ların birkaç sene oturdukları aklımda kalmıştı. Piraye abla ve Seyhan’lar bir dönem daha sonra bahsedeceğim bizim de yazlık olarak oturduğumuz Nazım bey amcaların evinde de oturmuşlardı.

O evin bahçesinde müstakil küçük bir daire daha bulunmaktaydı. O evde oturan Emine hanım teyzenin bizlere daima mütebessim bir çehre ile baktığını hatırlarım. Yüce Peygamberimizin ( as) insanlara güler yüzle bakmayı sadaka olarak tanımlamasının hikmetini bu olayda daha iyi anlayabiliyoruz. Yıllar geçse de Emine teyzenin küçük yaşlarımızdaki güler yüzünü hatırlamaktayız. Demek ki bizleri ne kadar olumlu etkilemiş.


Köşe evin hemen yanında Bankacı Hasan beylerin evi vardı. İki katlı ve bahçe içindeki bu evde kendileri yaz kış oturmakla birlikte bazı katları kiraya verirlerdi. Hasan amcanın biri bizim yaşlarımızda diğeri de biraz daha ufak ama engelli bir kızı vardı. Kendisi ve hanımı çok efendi insanlardı. Babası ve annesi de aynı evde ikamet ederlerdi.

Hasan amcanın evi ile amcamların evi arasında bir parsellik bir boşluk vardı ve oradan yılın önemli bir zamanında sürekli akan bir su geçerdi. Bu suyu biz sadece Sancak Tül fabrikasının suyu olarak bilmekle birlikte esasında bu su Kaliteyra Deresi denen derenin suyu imiş. Bunu daha sonraki yıllarda öğrenme imkanı bulduk. Demek ki Sancak Tül o zaman atık suyunu bu dereye boşaltmaktaydı.

Bu su Sefaköy’den gelip bahsi geçen fabrikanın suları ile de beslenerek evlerin arasından geçer, köyü de baştan başa kat ettikten sonra denize kadar giderdi. Bazı zamanlar farklı renklerde akar, bazen de etrafa kimyasal madde kokuları yayılırdı. Gerek bizim mahalle sakinleri gerekse de köyde oturanlar sürekli bu sudan şikayet ederler fakat sudaki bu nahoş özellikleri engellemeye muvaffak olamazlardı. Bu fabrikanın sahibi Murat Bayrak adıyla maruf o zamanların güçlü bir siması idi. Daha sonraları perde işini hafifletince ve bırakınca Sancak Air markasıyla havacılık işine girdi. Yıllar boyu Sancak Air yazılı helikopterleri şehrin semalarında çokça gördük.

(Eski haritalara bakıldığında bu bölgeden iki adet derenin geçtiği görülmekte. Biri bu bahsettiğimiz Kaliterya Deresi iken diğeri de bugün Koru Florya’nın bulunduğu eski Oto Pazarı ve Atatürk Ormanından geçen Savat deresidir.)

O boşluğun hemen yanında Necati Amcam ile Ahmet eniştemin evi bulunmaktaydı. O evi 1960’lı yılların ortalarında Ahmet eniştemin Kapalıçarşı’daki yorgancı bir dostundan aldıklarını söylerlerdi. Ahmet Enişte de Kapalıçarşı’da Yorgancılar caddesinde yorgancılık yapardı. Bizim ailenin erkekleri o dönem işleri Kapalıçarşı’da idi ve Florya’dan işe çoğu zaman beraber gider ve gelirlerdi.

O ev ilk hali ile bahçe içinde tek katlı şirin bir yapıydı. İki aile yaz aylarını bu evde geçirirlerdi. İlk birkaç sene biz onlara sadece birer günlük oturmaya giderdik. Daha sonra Rahmetli babam o evin biraz daha ilerisinde bir evi yazlık olarak tutmaya başladı ve o tarihten sonra bizim de yazlarımız Şenlikköy’de geçer oldu. Sanırım ilk gittiğimiz yıl 1965 veya 66 yılıydı.. Yani ben henüz 4-5 yaşındaydım ve Rahmetli kardeşim Esra daha dünyaya gelmemişti.

Necati amcamla eniştem 1972 veya 73 yılında o tek katlı evi yıktırıp iki katlı ve biraz yüksekçe bir bodrum katı olan bir bina yaptırdılar. Evin ön tarafında renk renk çiçeklerle çevrili güzel bir çardak, arka tarafında amcamın tamir odası olarak kullandığı ayrıca kuzenlerimin bisikletlerini koydukları bir baraka bulunurdu. Arka tarafta ilk zamanlarda az da olsa domates biber vs ekili olurdu. Daha sonraları kısmen çocukların da baskısı ile beton oranı arttırıldı ve kuzenler için voleybol oynanabilecek bir alan haline getirildi. Bir kenarda büyücek bir salıncak, diğer bir köşede de 10-15 tavuğun barınabileceği bir kümes yer alıyordu

Bahçenin dış tarafı lükstron tabir edilen bir bitki ile kaplanmıştı ve bahçenin iç taraflarının dışardan görünmesini kısmen engelleyen bir tarzda kesiliyordu. Bahçenin her iki tarafında çeşitli meyve ağaçları, rengarenk güller, ortancalar, ve akşamsefaları bulunmaktaydı.

Eniştem bahçeye çok meraklıydı. Her ilk bahar mevsiminde bir bahçevan gelir, ilk ve büyük bakım yapılır, eksik çiçekler yeniden ekilirdi. Kalanı enişteme aitti. Her akşamüstü işten gelince bahçe sulanır, bozuk yapraklar ayıklanır, kökler sağlamlaştırıcı tahtalara bağlanırdı. O sıralarda bizler de göz önünde olursak hemen bize de bir iş paslanırdı. Evin önünde, yani bahçenin hemen dışında kocaman bir iğde ağcı vardı. Rahmetli amcam o ağacın üstüne yeşil bir florasan koymuştu ve akşamları onu muhakkak yakardı. O ev yeşil rengi ile Florya asfaltından ve çok uzaklardan bile çok rahatlıkla görünürdü.

Yeni ev yapıldıktan kısa bir süre sonra amcamın ısrarı ile bizimkiler o evin bodrum katına geçme kararı aldılar. Bodrumda nasıl oturacağız itirazına karşı amcam yahu evin yukarısındaki iki kat da zaten sizin, sadece aşağıya yatmaya ineceksiniz. Balkonları beraber kullanırız filan diyerek bizimkileri ikna etmişti. Ben de bugünden geriye bakıp düşündüğümde hakikaten o evin diğer katlarının da bizim olduğuna inanıyordum ve hiçbir yabancılık çekmiyordum. Çünkü her iki katta birer teyzem vardı. Kuzenlerimiz benden büyüktüler ve ağabeyim ablam mesabesinde idiler. Hatta ben, bekar olan en büyük teyzem( Sebahat Teyzem) Florya’ya geldiğinde onunla beraber giriş kattaki teyzemlerin evindeki orta odada yatardım.

Rahmetli amcam çok enteresan bir adamdı ve adeta komün halinde yaşamayı çok severdi. Her fırsatta milleti bir araya getirmeye çalışır her bir aile içi aktiviteyi toplu gerçekleştirmeye gayret ederdi

Benim sünnet törenim de bu evde yapılmıştı. Babam dışarıdan bir yemek firması ile anlaşmış, adamlar tüm bahçeye sofralar kurmuşlardı. Dördüncü sınıftan beşe geçtiğim yıl yapılan bu törende ( yıl 1971) benim yatağımı giriş kattaki teyzemin büyük odasına kurmuşlardı. Yemek sonrası hafızlar gelmiş, mevlitler, Kur’an tilaveti ilahiler filan derken dört başı mamur bir tören düzenlenmişti. O düğün için tüm bina ve bahçe kullanılmıştı. Eskiden nedense bu sünnet merasimlerine sanki daha çok önem verilirdi. Şimdilerde sünnet davetleri şehirlerde bir hayli azaldı.

Biraz evvel de kısaca belirttiğim gibi anne tarafından Salih dedem, anneannem ve bekar olan büyük teyzem Fatih’te bizlerle aynı apartmanda üçüncü katta beraberce otururlar, yaz aylarında onlar da çoğu zaman Florya’da olurlardı. Dedem bahçe ile ilgilenmeyi sever çoğu zaman vaktini çardakta geçirirdi. Bir de arka bahçede bahsettiğim tavuk kümesindeki tavukları civcivleriyle çıkartıp dolaştırırdı. Tabii bizlerin dini eğitimleri, Kur’an okuma temrinlerinde de dedeciğim hep aktif olarak devredeydi. Anneannem 1974’ün başlarında vefat etti. Dedem de ondan 1,5 yıl sonra 1975 sonbaharında Rahmet-i Rahmana kavuştu. O zaman kadar ailemizin büyükleri olarak hep yanı başımızdaydılar.

Amcamların evinin yan tarafında Bakırcı Osman Kaya amcaların evi vardı. Bu evde bakırcı Osman amca, hanımı Saniye hanım teyze, oğlu Ahmet, hanımı ve iki çocukları beraber ikamet ederlerdi. Çocuklarının adları da Gülay ve Hasan idi. Çocuklar bizden yaşça bir hayli küçüktüler ve anneleri devamlı onların isimlerini telaffuz ederek bahçede peşlerinden koşardı. İster istemez yıllar sonra da o ev anlatılırken insanın aklına hemen o sesler geliveriyor. ‘ Gülay Hasan gel buraya….’

Osman amca şişmancana, genelde ceketiyle dolaşan, fötür şapkalı bir Karadenizli idi. Bordo renkli, Alman malı Ford arabaları vardı. Genellikle arka koltukta oturur, oğlu Ahmet ağabey arabayı kullanır ve Çarşıkapı’daki dükkanlarına gidip gelirlerdi.

Akşamüstü eve geldiklerinde bahçenin arkasında sofra hazırlanmış olur ve Osman amca ilk iş sofraya oturup akşam yemeği ile birlikte içmeye başlardı. Akşamüstü saatlerinden sonra Şenlikköy’de birçok evde maalesef bu manzaraya rastlamak mümkündü. Saniye hanım teyze arı gibi koşuşturur ve Osman amcayı memnun etmeye çalışırdı. Bir zaman sonra Osman amca belli bir kıvama gelir ve hanımın ve oğlunun yardımıyla zar zor evin içine doğru geçerdi. Ondan sonra sıra oğluna gelir, sofraya Ahmet ağabey oturur o da babasının geleneğini devam ettirirdi. Kesif anason kokuları bizim bahçeye kadar varırdı. Tabii bu içki şişede durduğu gibi durmaz ve bazen kafayı bulan erkekler ya kendilerine ya da çevrelerine ufak çaplı zararlar da verirlerdi. İlginç olan bu insanların zararları kendilerine ve aile çevrelerine idi. Komşularına karşı çok efendi, çok saygılı kişilerdi. Yıllarca komşuluk yapılmasına rağmen hiçbir ihtilaflı sahne aklıma gelmez. İlişkiler bir hayli düzgündü.

Osman amcaların evinden sonra Ayşe hanım teyzelerin evi geliyordu. O da bahçe içinde tek katlı bir evdi. Ayşe hanım teyzenin beyi yoktu. Ya ölmüştü ya da ayrılmışlardı orasını hatırlayamıyorum. Kızı, damadı ve torunu ile beraber otururlardı. Küçük beyaz bir Opel arabaları vardı. Ayşe hanım teyze biraz başat tipli bir hanımdı ve hepimiz ondan çekinirdik.

Ayşe hanım teyzenin yanında bir bahçeli ev daha vardı. Oranın önceki sahibi de bir ermeni idi. 70’lerin ortalarına doğru o evi Karadenizli bir ağabey satın aldı ve bayağı bir bakımdan geçirip içinde oturmaya başlamıştı. Evin genel kurgusunu muhafaza etti ama hatırladığım kadarıyla eve yaptığı harcama mahallede bir hayli dikkat çekmişti.. Yeşil renkli güzel bir Mercedesi vardı. Sabah akşam onunla gider ve gelirdi.

Yeğeni Said bizim yaşlarda idi ve bekar olan dayısına kalmaya gelirdi. Ev işlerini gören bir yardımcısı vardı. Onun medeni durumu ve ne iş yaptığı ile ilgili yıllar boyu pek bir fikir elde edememişizdir. Bekar olması ve biraz esrarengiz bir varlığa sahip olması bizim ailenin büyüklerinde ve hissettiğimiz kadar diğer komşularda da hafiften bir rahatsızlık uyandırıyordu. Fakat adamın mahalleliye çok kibar davranması karşısında sessiz sessiz bazı yorumlar yapılsa da kendisine hiçbir şey aksettirilmemeye çalışılırdı. Veya öyle zannedilirdi ama komşumuz muhtemelen bu sun’iliği anlıyor olabilirdi. Fakat adamcağızın kimseye bir zararı yoktu ki ne yapabilirlerdi.. Sadece çok agresiv bir köpekleri vardı ve bizleri bile bahçe yakınına yaklaştırmazdı

Karadenizlinin evinin yanında Mümine hanım teyzelerin kocasından ayrılmış kızı ve torunu Ali ile beraber oturdukları tek katlı bahçeli bir evleri vardı. Ali bizlerle yaşıt olmasına rağmen gününün büyük bölümünü evde veya bahçede geçirir yanımıza pek sokulmaz, oyunlarda yer almazdı. Oğlum Ali sen de tam apartman çocuğusun be kardeşim dediğimizde ilginç bir cevap verirdi .

‘Ben sizler gibi sokak çocuğu değil bahçe çocuğuyum’ derdi. Bu lafı söyledikten sonra Ali’nin adı bahçe çocuğu Ali diye yerleşmişti. Ali’nin bazen onlara gelen Hakan adlı bir kuzeni vardı ki o da çok efendi bir çocuktu. Az gelmesine rağmen Hakan mahalledeki çocuklarla daha fazla teşrik-i mesai kuruyordu. Benim de onunla güzel bir hukukum vardı.

Bu hızla sokağın sağ tarafını ilk bölümün sonuna kadar geçip daha sonra yolun karşısındaki evlerden bahsetmek istediğimden kalan iki evi de hızlıca bitirmeye çalışalım.

Mümine hanım teyzelerin evinden sonra gelen evde Sabriye hanım teyze yatalak annesi ile beraber otururlardı. Fatih’teki mahallemizde annemlerin yakın dostu olan Meliha hanım ve Nahide hanımların arkadaşı olduğundan annemlerle de belli bir yakınlıkları oluşmuştu. O evin bende fena bir hatırası vardı. İki tekerli bisikleti yeni öğrendiğim zamanlarda ki henüz daha ilkokula başlamamıştım, bir gün o evin önünde çok fena düşmüştüm. Nasıl olduğunu anlamadan bisiklet herhalde tozdan kaymış ve ben düşerken bisikletin fren demiri çeneme batmıştı. Öncelikle Sabriye hanım teyzeler koşup gelmişler ve annemlere haber etmişlerdi. Beni yarı baygın eve getirdiklerini hayal meyal hatırlıyorum. Tabii hemen babama haber verilmiş ve babam da o zamanlar çocuk doktoru olarak ailenin her durumunda yardıma koşan Dr. Süheyla Göksan’ı alıp gelmişti.

O zaman neler konuştular bilemiyorum ama daha sonra bana anlatıldığına göre Süheyla hanım aman çocuğu biraz uyutmayalım, takip edelim maazallah bir beyin sarsıntısı filan geçiriyor olmasın diye bizimkileri tembihlemiş. Kendisi de bir zaman bizde kalıp daha sonra gitmişti. Demek ki o da endişelenmiş ki hemen ayrılmamış.

Ben uzunca bir süre ağzımı doğru dürüst açamamıştım. Yemeklerimi de sıvı halde veriyorlardı

O arada doktor da birkaç sefer daha gelmişti. Yaklaşık 13-15 gün sonra benim ağızım biraz normale dönmüştü. Demek ki ciddi bir olay geçirmiştim.

İşte bu olaydan dolayı Sabriye hanım teyzelerin evinin önü yıllarca benim için bu olayın hatırlandığı bir mekan olarak kalmıştı

Sabriye hanım teyzelerin evinden sonra bizim sokağın ilk bölümünün son evinde yaşıtımız olan Niko’lar yaşıyorlardı. Gerçi Nikolar yazlıkçıydılar ama arkadaşımız olduğundan ev onun adıyla zihnimize kazınmıştı. O evin sahipleri olan Agop amca, hanımı, kızı Jaklin, damadı ve küçük çocukları Agobik. Agop amcanın evinin yanındaki evde ise Ahmet Amcamların biraz altında oturan Konyalı gömlekçi Hasan Cebeci’nin kardeşi oturmaktaydı. Bu iki evin yanından sağa doğru devam eden dar sokağın sonunda daha önce kısmen bahsettiğim Şefik ağanın bağına varılırdı. Bağın yanından dar bir yol bir arkadaki Selvi sokağa ve bağdan sonra açılan geniş bir çayıra doğru giderdi. Bugün o yollardan geçen genç kişiler benim bu anlattıklarımı muhtemelen büyük bir hayret ile okuyacaklardır. Çünkü bugün ortada ne daralan bir yol ne de Şefik ağanın bağı var. O dar sokak Hürriyet Caddesi’nin devamı olarak anılıyor.

BU NOKTADAN HÜRRİYET CADDESİNE DOĞRU KISA BİR GİRİŞ YAPIYORUZ

Bağlar Mevkii sokağı o noktada sola doğru geniş bir yol ile Atatürk Ormanı’na ve Şenlikköy stadına kadar gider.. Bu yol bizim hem yürüme hem de bisiklet için çokça kullandığımız bir yoldu. Bu yol şimdilerde Hürriyet Caddesi adıyla biliniyor. Bu yolun üzerinde yaklaşık 150-200 metre ilerde Metin adlı bir arkadaşımızın evi vardı. Ağabeyini adı Aydın ağabey ve ablasının da Gülay idi.

Onların yanı başında Çorapçı Şerif beylerin evi vardı. Şerif beyin kızları daha sonra orada bir çocuk yuvası kurdular. Saadet Yuva adlı bu eğitim kurumunun hali hazırda devam edip etmediğini bilemiyorum. Biz 1986-87 yılından sonra Elif Yuva adıyla bir okul öncesi eğitim kurumu kurmuştuk. Önceleri Yenikapı daha sonra da Bakırköy İncirli’de yaptığımız bu faaliyet sırasında çevremizdeki kurumları da yakinen izliyorduk. Florya’da eski mahallemizde bu tür bir yuvanın kurulduğunu ve sahiplerinin de eski komşularımız olduğunu öğrenince o bölgeden bize yuva için yer soranlara gönül rahatlığı ile Saadet Yuva’nın ismini verirdik. Bizim ailenin ve yakın çevrenin çocuklarının bir kısmı bu yuvaya devam etmişler ve çok da memnun kalmışlardı.

Hürriyet Caddesinin bitiminde yol Şenlikköy’ün merkezinden yukarı doğru devam eden Çekmece Yolu Caddesi ile birleşiyordu. Bu yol eskiden köyün Küçükçekmece’ye inen eski yolu imiş. Yazının başında bahsettiğimiz Ayastefanos Rus Anıtı bu yol üzerinde eski askeriyenin ormana bakan tarafında yer alıyormuş ve yine bahsettiğimiz gibi daha sonra yıktırılmış. Burada eskiden bir kilisenin ve mezarlığın da olduğu söylenmektedir. Eski askeriyenin yanından geçen ve Ekşi Nar sokağını Çekmece Yolu Caddesine bağlayan Cumhuriyet Caddesinin eski adının Manastır sokak ve bu havalinin de Manastır mevkii olarak anılmasının arka planında muhtemelen bu tarihi sebepler yatıyor olabilir.

Bugün Çekmece yolu ile Cumhuriyet Caddesi’nin kesiştiği yerler eskiden çok daha boşluklu bölgelerdi ve burada arkadaşımız Ufuk Levent’in evi vardı. Ufuk’ın babası İstanbul Melamin Sanayi adıyla o dönemlerde çokca bilinen bir iş yerinin sahibi idi. Ufuk ve bazen de ağabeyi bizim futbol maçlarımızın gediklisi olan yakın arkadaşlarımızdı. Şimdi o bölgeleri dolaştığımızda eskiden ne neredeydi diye bir hayli düşünmek gerekiyor. Çünkü zaman her yeri olduğu gibi çocukluğumuzun Şenlikköyü’nü de bir hayli değiştirdi.

YENİDEN BAĞLAR MEVKİİ SOKAĞININ ORTALARINA DÖNELİM

Niko’ların karşı tarafına geçerek oradan aşağı doğru bir istikamet tayin edip o bölgeyi gözden geçirmeye niyetlenirsek karşımıza gelen ilk ev Kazım amcaların evidir. Kazım amcaların biz çocuklar için en önemli özelliği boynuna astığı dürbünü ile at yarışları olduğu günlerde bazen sinirli bazen de mutlu bir şekilde evine doğru yürümesi idi. Kendisi ciddi bir at yarışı müptelası idi. Kazım amcanın yüz hatlarından o günkü yarışlarda favori atlarının durumunu anlayabiliyorduk.

Kazım amcaların yanı başındaki bahçeli evde uzunca bir süre Naci Çoşkuncan adlı bir arkadaşımız ailesi ile birlikte oturmuşlardı. Naci’lerin station vagon Opel marka bir arabaları vardı. Naci bizim aramızdaki maçlarda kalede dururdu ve çok iyi bir kaleciydi. Daha sonraki yıllarda Şenlikköy takımında da kalecilik yapacak kadar iyiydi. Hatta Fenerbahçe Genç takımında bile oynadı. Maalesef erken sakatlanıp futbolu bırakmak zorunda kaldı. Naciler 70’li yılların ikinci döneminde mahalleden gittiler. Sanırım Şenlikköy’ün daha içlerine bir yere taşındılar. Naci’nin hatırladığım kadarıyla  adı Nabi olan bir de amcası vardı. Nabi abi bizim maçlarımızda da bazen gelip oynardı. Çok heyecanlı bir kişiliği vardı. Onun her topu alışında ‘bizim o bizim’ diyerek takımı motive etmeye çalışması hepimizin adeta zihninde yer etmişti.

Aşağı doğru giderken Naci’lerin evinin yanında mahallenin bakkalı bulunmaktaydı. Bakkalı işleten aile aslen Kars’lı idi. Babaları Ahmet amca sert görünümlü bir kişiydi. Ayrıca horoz döğüşü meraklısıydı.

Oğulları Necati ağabey, Cahit ağabey yaşça bizlerden bir hayli büyüktüler. Daha sonra gelen Fuat ağabey Rahmetli Osman ağabeylerimin akranıydı. Yani muhtemelen 1954-55 doğumlu olmalıydı. Edebiyat Fakültesine giderdi. İdealist bir kişi idi. Kardeşleri Aytaç yaşça bize daha yakındı ve biz liseye giderken o da tıp fakültesini kazanmıştı. En küçük kardeşleri de bizlerden 5-6 yaş küçük olan Süleyman idi. O zaman aramızdaki birkaç yaş arkadaşlık münasebetlerini ciddi oranda etkilerdi. Ama şimdi düşünüyorum bakkal ailesinin en küçüğü Süleyman bile bugün 50’li yaşların ortalarına gelmiştir.

Yazının bu noktasında çok da emin olmamakla birlikte Karslı bakkaldan evvel orada İsmail amca adlı sakin bir bakkalın varlığını hatırlıyorum. Ben babamlardan aldığım harçlık ile o bakkaldan 35 kuruşa yeşil şişeli Fertek gazozu alırdım. Ayrıca birkaç günde bir parmak büyüklüğünde Nestle Damak çikolatası almayı severdim. O zamanlar Nestle’den başka yerli yapım güzel çikolata pek yoktu. Çok az sayıda yerde satılan Mabel marka bir çikolatayı da hatırlarım ama o pek bulunmazdı. Bugün ise çok sayıda kaliteli yerli çikolata bulabilmek mümkün. Günümüz çocukları bize göre çok daha şanslılar.

Bakkal’ın sahibi olan aile dükkanın üstünde otururdu. Onların yanındaki tek katlı ve bahçeli evde Madam Bayzar, kocası, evli olan ikiz kızları damatları ve en küçük kızları Meline abla ikamet ediyordu. Madam Bayzar hatırladığım kadarıyla terzilik de yapardı.

Buraya kadar dikkatinizi çekmiştir; hanelerde oturan kişilerde genelde hanımların daha baskın bir karakterde olduklarını görmekteyiz. Bizim aile çevresinde bile saydığım evlerin büyük bölümü ev sahibesi hanımların adlarıyla anılmaktaydı.

NAZIM BEY AMCALARIN EVİ

Madam Bayzar’ın evinden sonra Nazım bey amca ile Ayşe Hanımın geniş bir bahçe içindeki evi gelmekteydi. Burada iki katlı bir bölüm ve bahçenin altında da tek katlı başka bir ev bulunmaktaydı. Nazım bey vakti zamanında emniyet teşkilatında çalışmış ve emekli olmuş bir kişiydi. Ayşe hanım teyze de otoriter bir hanımdı. Bizim Florya Şenlikköy’de amcamların evine gidene kadarki dönemde oturduğumuz ev Nazım bey amcaların eviydi. Birkaç sene iki katlı bölümün giriş katında yine birkaç sene de bahçeli bölmede oturmuştuk. Eşyalarımızın bir bölümü kışın da burada kalır okullar tatil olduktan sonra çamaşır ve bulaşık makinaları gibi bazı büyük eşyaların hamallar tarafından taşınması ile yazlık evimize gelirdik. Kış aylarında da hafta sonlarında yine bu eve gelip birer günlük sürelerle günümüzü değerlendirdiğimiz olurdu.

O evde hatırladığım detaylardan biri de bizim oturduğumuz katın hemen pencere üstünde her sene kırlangıçların yuva yapmasıydı. Anne Kırlangıcın yumurtalar üzerinde kuluçkaya yatışı sonra yavruların yumurtadan çıkışı, beslenmeleri bizler için çok ilginç olaylardı. O zamanlar büyüklerden duyduğum önemli bilgi kırlangıçların çoğu kere sivrisinekleri avladıkları ve bu sayede o bölgede oturanların yaz aylarında sinek istilasından kısmen kurtulmaları idi. Allah (cc) ne kadar ilginç dengeler kuruyor. Bu dengeler düzgün işlediğinde her şey pürüssüz giderken insanların düşüncesizce müdahaleleri yeni sorunlar doğmasına neden oluyor ve sonradan o sorunlarla uğraşmak durumunda kalıyoruz.

Nazım bey amcaların ailesi ile beraber oturmadan da kaynaklanan hoş bir yakınlaşmamız oluşmuştu. İki kızları vardı. Büyük kızı Birsen hanım ve damadı Haldun bey Yeniköy’de otururlar yazın bazı zamanlar annelerinin yanına gelirlerdi. Onlar geldiklerinde çoğu zaman üst katta otururlardı. Kızları Sevda abla ve benim yaşıtım olan Sevgi ile bahçede oynadığımızı hatırlarım.. Bir de Amerika’da yaşayan ve bazen Türkiye’ye gelen bir kızları daha vardı. Nazım bey amcaların evinde onlarla beraber oturan Kezban abla diye bir kişi daha vardı. Ayşe hanım teyzenin yeğeni olan bu ablamız kendi ailesi olmadığından teyzesi ile yaşamaktaydı. Annemler ve teyzemin kızları kendisini çok severlerdi. Daha sonraki yıllarda iyi bir evlilik yaptı ve kendine ait güzel bir hayat kurdu. Hastalanıp vefat edene kadar bizimkilerle ilişkisi devam etti.

Ben bahçenin çiçeklerine ve meyvalarına çok ihtimamlı yaklaştığımdan Nazım bey amca beni çok severdi. Hatta bazen bu çocuğun heykelinin dikmek lazım diye şaka yollu annemlere takılırdı

O evin kapısının önünde büyük bir kavak ağacı bulunurdu. Bu ağacın altı yazın çok serin olur yine yaz geceleri mahallenin çocuklarıyla o ağacın altında bir hayli zaman geçirirdik.

Biz daha sonraki yıllarda Nazım beyin evinden amcamların evinin alt katına geçmiştik. Bizden sonra bu evde bir dönem babamların Kapalıçarşı’dan arkadaşları olan o zamanlar daha çok bilezik imalatı yapan Kenan Özgür amcalar oturmuştur. Kenan amcanın yaşı bana yakın Ercan adlı bir oğlu vardı. Ercan daha sonra babasının işini devam ettirdi. Kuyumculuk sektörü için büyük önem taşıyan Kuyumcukent’in yapılışı sırasında önemli katkılar sağladı, hatta uzun bir dönem bu yapının başkanlığını yaptı. Halen mesleğini Kuyumcukent’te sürdürüyor.

Kenan amca Cumartesi ve pazar günleri amcamların karşı çayırında yaptığımız maçlara oyuncu olarak katılır ve bizlerle maç ederdi. Çok neşeli ve yumuşak huylu bir amcamızdı. Hem ben hem de arkadaşlarım kendisini çok severdik. O maçlarımızda bir de amcamın büyük damadı Şaban Gülce eniştem de çoğu zaman yer alırdı.

Şaban eniştem de çok güzel top oynar müthiş çalımlar atardı. İlerleyen senelerde kendisinde hafif bir bel rahatsızlığı ortaya çıkmıştı. Maçlarda kendini kaybedip çok sert çalım ve dönüşler yaptığından çoğu zaman belini tutarak maçtan ayrılır ve daha sonra biz kendisini ziyarete giderdik. ‘Yahu enişte biraz daha kendini kontrol etsen, hem bizleri çalımlarınla sersem ediyorsun hem de kendi belini kaydırıyorsun’ diye takılırdık…

ÇAYIRA DOĞRU YAKLAŞIYORUZ.

Bizim evin sonrasında yazıda çokça ismi geçen ve Derici ailesinin evleri başlardı. O evler bahsi geçen çayırın hemen yan tarafında idi ve çayırımızın bir bölümü onların da tabii bahçesi gibiydi. Galip, Fikri ve Selami adlı üç kardeş, hanımları ve çocukları ile geniş bir bahçe içine yayılmış her biri tek katlı üç evde oturmaktaydılar. Galip bey amca ve hanımı Melahat hanım teyzenin üç erkek ve bir kız çocukları vardı. Yukardan aşağı Serdar, Sedat ve Semih. Kızları da benim rahmetli kardeşim Esra ile yaşıt olan Serap. Semih ile de biz yaşıttık. Galip bey amca efendi bir adamdı. Kamyonuyla nakliye yapar yaz aylarında da özellikle Trakya’dan ağaçlı kömürü taşırdı. O yıllarda ağaçlı kömürü ısınma için çok kullanılan bir yakıttı. Hanımı Melahat hanım teyze bazen bahçe ile uğraşır bazen de ineklerine bakardı.

Onların mahalleye kök söktüren kör bir inekleri vardı. İnek kördü ama hisleri çok kuvvetliydi ve dikkat etmeyenleri boynuz darbesi ile çokca hırpalamıştır

Fikri ve Selami beyler de kamyonculuk yaparlardı. Her ikisinin de çok sayıda kızları bulunurdu. Birer adet de bizlerden küçük oğulları vardı. Canan, Candan Can isimli üç kardeşi hemen sayabiliyorum fakat sonrasında gelenler yıllar içinde aklımdan çıkmış. Can küçüklüğünden itibaren ele avuca sığmayan bir çocuktu. Çocuktu diyorum ama tabii o da şimdilerde 50 yaşın üsütünde yaşını almış bir kişi olmuştur.

Diğer kardeşin en büyük kızı Neşe, sonrasında İlknur, Songül geliyordu. Arada ihmal ettiğim olabilir ama en küçük erkek kardeşlerinin adı Murat’tı. Murat ‘ın genç yaşlarda vefat ettiğini daha sonraları duyunca bir hayli üzülmüştük. Galip amcanın ve Melahat hanım teyzenin çocukları erkek olduğundan ve onlarla fazlaca teşrik-i mesai ettiğimizden isimleri sıralamada daha başarılı olabildim. Diğer komşuların beni mazur göreceklerine inanıyorum

EVİMİZİN KARŞISINDAKİ BÜYÜK ÇAYIR

Derici ailesinin ön tarafı, amcamların evinin de karşı tarafına rastlayan bölge çok geniş bir çayırlıktı. Melahat hanım teyzenin önce bir, daha sonra iki olan inekleri genelde bu büyük çayırda otlarlardı. Bu çayır bizim de en fazla vaktimizin geçtiği, oyunlar oynadığımız çayırımızdı. Bu büyük çayır Kaliteyra deresi ve Sancak Tül’den gelen suyun geçtiği bir yarıkla adeta ikiye ayrılmıştı. Gerçi evlere yakın olan tarafı biraz daha büyüktü ve Dericilerin evinin yanından kıvrılarak biraz yokuş yaparak ormana doğru giden üst yola bağlanırdı. Çayırın bitim noktasında Vaso Hanımın büyük apartmanı ve arkaya doğru uzanan içinde envai çeşit meyve ağacının bulunduğu geniş bahçesi vardı. Bahçe duvarının ön tarafında üç adet uzun çam ağacı bulunmaktaydı.Vaso hanımın evi ile Kadri beyin evi biribirine yakın formatta iki büyük apartmandı.

Çayır sadece bizim tarafımızdan kullanılmaz hemen hemen o çevredeki büyüklü küçüklü tüm çocuk ve genç grupları için futbol sahası işlevini görürdü. Bu çayırın tek handikapı Melahat hanım teyzenin ineklerinin sahanın hemen her tarafına bıraktıkları gübreler ve Sancak Tül’ün akıntısı idi. Toplar maç sırasında sürekli bu suyun içine düştüğü zaman tabiidir ki ağırlaşıyordu ve vurulması zor bir hale geliyordu. Bir de her maç öncesi o gübreleri temizlemek gerekiyordu ki yoksa üstümüz başımız ve topumuz berbat oluyordu.

Yetmişli yılların ilk döneminde Bağlar mevkii sokağın daha yukarı taraflarında oturan bizden daha büyük ağabeyler özellikle Pazar sabahları bu çayırda çok iddialı maçlar yaparlardı. Bu ekibin organizatörlüğünü yaşça biraz daha büyük olan Gazer ağabey üstelenirdi. Kendisi o grubun adeta tabii lideriydi. . Gazer ağabeyin çok güzel top oynayan Varucan isimli bir de kardeşi vardı. Arkadaşları ona Can derlerdi. Gazer ağabeyin sepetli ve BMW marka büyükçe bir motoru vardı. Bir ayağı aksadığından kendisi top oynamaz, çoğu sefer hakemlik yapar ama ekibi gayet güzel organize ederdi. Daha küçük yaşta olan bizler de bu maçları kenarlara oturup keyifle izlerdik. Burada oynayan ağabeylerden bazıları Şenlikköy takımının maçlarında da ya A ya da B takımlarında top koştururlardı.

KISA BİR ŞENLİKKÖY KULÜBÜ BİLGİSİ

O zamanlar Şenlikköy’de futbol çok önem verilen bir spor dalıydı. Köyün güzel bir takımı yada daha doğru bir deyimle takımları vardı. En ufaktan başlayarak, juniör, B, A ve Tekaüt takımları. Tekaüt kavramına şimdilerde veteran diyorlar.

Bu takım yaz aylarında faaliyet gösterirdi. Nerdeyse her Pazar köyün içlerinde ve ormanın kenarındaki sahada Pazar günleri farklı semt takımları gelirler ve bizim köyün takımı ile maçlar yaparlardı. Köyün sakinleri de saat 14’den itibaren B takımından başlayarak bu maçları izlerlerdi. Lahmacuncular, turşucular, dondurmacılar, midyeciler, su satanlar maçları seyredenler arasında dolaşırlar ve onların yiyecek, içecek ihtiyaçlarını karşılarlardı. Maç seyredilen bölgede çok renkli sahneler oluşurdu.

Bizim mahalleden ben de dahil olmak üzere bir çok arkadaşımız da bu takımlarda yer alabilmek için gayret sarfeder çoğu kere de takımlarda yer alırdık.

Şenlikköy’de oturan ve muhtelif takımlarda futbol oynayan futbolcular yaz aylarında kendi köy takımlarında forma giyerler bu da köy ahalisini çok mutlu ederdi..

Takımların antrenörlüğünü de genellikle Vefalı Çinekop Ali lakaplı Ali amca ile, bir dönem Galatasaray da top oynamış Doğan ağabey yapardı.

O dönemlerde A takımda Raşit Çetiner, Recep ağabey, İbrahim ağabey, Biray ağabey, Balon Süleyman diye anılan Süleyman ağabey, Nahit ağabey, Müjdat ağabey gibi isimleri ilk aklıma gelenler olarak zikredebilirim. Bu ağabeyler liglerdeki bir çok takımda da top koşturmaktaydılar.


B takımının benim değerlendirmelerime göre en iyi futbolcusu Ali ağabeyin oğlu Sadun idi. İlave olarak bugün Diş tabibi olan Osman Bektay da çok iyi top oynardı. Beni genellikle 6 numara sol haf olarak oynatırlardı. Kalemizde Ercan, sağa açıkta Bülent, sol açıkta Ergun, santrafor Halil, sol bek Süreyya libero olarak Ufuk, bazen Mithat ve Rafet bu takımda ilk aklıma gelen isimlerdi. İsmini burada sayamadığım arkadaşların anlayışlarında sığınıyorum. İnşallah kusuruma bakmazlar

Tekaütler içinde büyük takımlarda da top koşturmuş kaleci Üner ağabey, Nahit ağabeyin abisi Naşit ağabey, takımların antrenörlüğünü yapan Doğan ve Çinekop Ali Ağabeyler, Ramiz ağabey daha dikkat çeken isimler olarak aklımda kalmıştı.

Fatih’in Çırçır adlı takımı Şenlikköy’e misafir olarak geldiğinde Rahmetli babam da Çırçır’ın tekaüt takımında top oynardı.


Bizim karşı çayırdan bahsederken Şenlikköy takımı ile biraz genişçe bir parantez açtık ama bu parantezi kapatıp tekrar mahallemize dönebiliriz.

Bizim arkadaş çevremiz de bir hayli zengindi ve hepsi de futbolu severlerdi. Kaleciler Ercan, Çetin ve Recep, Rafet, daha sonra Galatasaray Lisesi’nde de beraber öğrencilik yaptığımız Mithat, Bülent, Zafer, Arnavut Recep, Cafer, Mehmet, Veterinerden Ahmet ( Ahmet bir dönem Vakko’nun defilesinden rol aldıktan sonra adı Vakko Ahmet’e dönüşmüştü) İbrahim, kardeşleri Hasan ( Hasan daha sonra bayağı gelişti ve birinci ligde bile top oynadı) Halil, Şevki, daimi olarak kadrolarda yer almaktaydılar. Bu isimlerin yanına aramızdaki arkadaşlardan bazılarının babaları veya ağabeyleri de dahil olurlardı. Tabii misafirleri de bazen maç kadrosuna alırdık. İlave olarak Şenlikköy’ün iç tarafı , Mahirler dediğimiz Tren istasyonunun yakınındaki mahalle, Yeşilova, Menekşe , Basınköy gibi çevre bölgelerin takımları ile de mahalle maçları yapardık.

70’li yılların ikinci döneminde daha önce bahsettiğim bakkalın yukarısında evlerin arkasında yer alan çayırlık diğer bölgede de çokça top oynadığımız olmuştu. Sanırım Sancak Tül’ün suyu ve gübre engeli bizi bu tarafa kaydırmıştı. Gerçi Harmanlar durağının arka tarafında, Şefik ağanın bağının öbür yakasında da geniş çayırlıklar vardı. Yani anlayacağınız Şenlikköy’lü çocuklar için oyun oynayacak mekan açısından eksik yok fazla vardı ve bizler de Elhamdülillah bu nimetlerden çokça istifade ettik.

FLORYA ASFALTININ KARŞI TARAFI

Bağlar mevkii sokağın Florya asfaltı ile birleştiği noktanın karşı tarafında arkadaşımız Bülent’lerin evi vardı. Bülent’in ağabeyi Vedat bizden biraz büyüktü. Bülent’in babası Bahri bey amca Galip Derici’nin hanımı Melahat hanım teyzenin ağabeyi idi. Hanımının adı da Güler hanım teyze idi. Bahri bey amca ayıkken çok kibar bir adamken içkiyi kaçırdığında zapt edilmesi zor bir insan oluyordu. İçki bütün kötülüklerin anasıdır sözünün ne kadar doğru olduğunun canlı bir örneği idi Bahri bey amca. Bülent’lerin evinin altında uzunca bir süre mahallemizin önemli bir siması olan Muzaffer ağabey’in bakkal dükkanı vardı. Muzaffer ağabey, hanımı Şennur yenge bakkal dükkanını adeta beraberce işletirlerdi. Oğulları Ertuğrul bizden biraz ufak kızları da bizlerden biraz büyüktü. Muzaffer ağabey daha önceleri bazı yazılarımda anlattığım üzere eskiden faytoncu idi. O işi bıraktıktan sonra bu bakkal dükkanını açmıştı. Çok nüktedan bir kişi idi ve müşterilerle güzel ilişkiler kurardı. Bizler de günümüzün büyük bölümünü işte o bakkal dükkanın yan tarafında Bülentlerin bahçesinin önünde geçirirdik. Tabii bazen güneşin durumuna göre yolun karşı bölgesindeki gölgelik alanlara geçer bazen de Harmanlar durağının Veteriner tarafındaki top ağacın etrafında olurduk.

(Muzaffer ağabeyin vefatı sonrası yazdığım yazıyı okumak isterseniz; http://erhanerken.com/2015/01/17/bu-dunyadan-bir-muzaffer-agabey-gecti/ )

Muzaffer ağabeyin babası kendi ifadesine göre Kurtuluş Savaşına katılmıştı. Bir Gazi elbisesi vardı ve Milli Bayramlarda elbisenin giyer ve törenlere katılırdı. Bizim bulunduğumuz noktalara geldiği zamanlarda hemen ayağa kalkıp kendisine selam vermemizden ve ona yer açmamızdan çok memnun olurdu.

Bülent’lerin evinin yan tarafındaki bahçeli evde taksici Ergin ağabey oturudu. Onun yan tarafında ise el arabasıyla zerzevat satan muhtelif esnafın el arabalarının ve küçük bir depolarının olduğu bir bölge yer almaktaydı. Sonra top ağacı diye tarif ettiğim alan ve onun arkasından sağ tarafa doğru çıkan yol önce Ercan’ların evinin önünden geçerek Ziraat’in alt kapısına varırdı. Ercan’ın babası Suphi Şatana amca ciddi duruşlu köyün içerisinde elektrikçi dükkanı olan bir kişiydi. Anneleri bizlere her daim muhabbetle yaklaşır adeta kendi evlatlarından ayırmazdı. Benim anne ve babamda da aynı yaklaşım vardı. Tüm arkadaşlarımı severlerdi.

Ercan’ın ağabeyi Mustafa ve bir de ablası vardı. Eskiden tüm bu isimler hafızada çok net dururken şimdi bazılarını hemen hatırlayamamak üzüntü oluştursa da yılların hafızalarda yaptığı tahribatın tabii bir sonucu olarak kabul etmek lazım sanırım.

Ercan’ların evinin önünde de genişçe bir boşluk vardı ve orada bazen Saka kuşları için avlanma mekanı kuran arkadaşlar olurdu. Bu bölgeden sağ tarafa doğru köyün içine ve eski Cami’ye doğru giden dar bir yol daha bulunmaktaydı. Şimdilerde oraları kim bilir ne hale gelmiştir.

Bakkal Muzaffer ağabey’in dükkanının karşıdan bakıldığında sağ tarafında bahçeli ve güzel bir ev vardı. Sahibi yanlış hatırlamıyorsam eski bir benzinci idi. Onun evine de farklı farklı yazlıkçılar gelirdi. Bir ara kuzenim olan Ayhan ve Nurdan’ın arkadaşı Gönül abla ve kardeşi Orhan, ailesi ile burada ikamet etmişlerdi.

O evin yan tarafından içeri doğru giren bir sokakta köyün yerlilerinin bahçeli evleri bulunmaktaydı. Şimdilerde büyük bir özlemle bahsedilen o yatay mimari ve bahçeli ev yapısı 70’li yılların Florya Şenlikköyü’nün doğal haliydi.

Sokağın diğer yanında Fatma Hanım Teyze ve önceleri faytoncu olan, sonraları at arabası ile eşya taşıyan Salih amcanın, çocukları ve torunları ile beraber oturdukları bahçeli bir ev bulunuyordu. Fatma hanım teyzenin inekleri vardı ve sağdığı sütleri talep edenlere satardı. Bunlar arı gibi çalışan insanlardı. Adeta yorulmak nedir bilmezler ve o kocaman hayvanları ile uğraşırlardı. Fatma hanım teyzenin Florya asfaltından neredeyse her geçişi bizler için heyecan kaynağı olurdu. İnek önde o arkada yola çıkıverir ve çoğu kere kornalar ve gürültüler arasında karşıya geçerdi. Bir keresinde ise bizler çayırda maç ederken acı bir fren ve gürültü sonrası başımızı yola çevirdiğimizde Fatma hanım teyzeyi bir arabanın üstünde görüvermiştik. Tüm mahalleli olay yerine koşmuştuk. Hepimiz çok endişelenmiştik. Fakat Allah’a şükür Fatma hanım teyze kısa bir süre sonra tekrar sağlığına kavuşmuş ve eski performansını yakalamıştı.
Şenlikköylüler için 70’li yıllar gündeme geldiğinde hemen hepsinin hatırladığı bu olay bizim mahallenin yaşadığı ciddi ve korku dolu bir hadise idi.

Bizler Melahat hanım teyze ve Fatma hanım teyzelerden çokça süt alırdık. Onların sütleri yeni sağıldığında sarımtırak bir halde olurdu. Annemler kaynattıktan sonra üzerlerinde kalın bir tabakadan kaymak oluşurdu. Çok lezzetli sütlerdi. Ben Florya’dan sonraki dönemlerimizde bir daha o lezzette bir süt içtiğimi hatırlamam.

Fatma hanım teyzenin torunları Engin ağabey, Cengiz ve Tamer yakın görüştüğümüz kişilerdi. Bir de Nevin isimli ablaları vardı. Daha sonraları o evin yanında, yol kenarında Osman amca bir bakkal dükkanı daha açtı. Daha evvel hayvancılık yapan ve süt satan Osman amca muhtemelen Florya asfaltından gelip geçen araba sayısı artınca alış veriş ihtiyacının daha fazla olacağını düşünüp böyle bir girişimde bulunmuştu.

Osman amcanın bakkal dükkanından sonra Mithat Debre’lerin evi gelirdi. Ağaçlıklı bir kapıdan girilen yemyeşil bir bahçe içinde idi Mithat’ların evi. Çok şirindi. Mithat, ağabeyi Metin kardeşi Vedat ve kız kardeşleri Dilek. Dilek o zamanlar sapsarı şaçlı minik sevimli bir kızdı. Hepimizin kardeşi gibiydi. Babası Şerafettin amca ve annesi Güner Teyze de bizleri çok severdi, tabii biz de onları. Galatasaray Lisesi’nin sınavlarını kazandığımı gazeteden öğrendiğinde Mithat’ın elinde o gazete sayfası ile bağırarak bizim eve doğru koştuğunu bugün bile hatırlarım. Aramızdaki ilişki o kadar candan ve sahiciydi.

Mithat’ların evinin yan tarafından içeri doğru bir aralık girerdi ve o aralığın sonunda bir grup ev daha yer alıyordu. Amcamın oğlu Orhan’ın hanımı Ayhan bekarken o evlerden birinde otururdu ve daha sonra ailemize gelin olunca o bölge bizim akrabalarımız oldu. Ayhan’ın ablaları, ağabeyi İlhan , enişteleri ve çocukları bu evlerde ikamet ederlerdi.. Hemen yanı başlarında ise arkadaşımız Şevki, ablaları, ağabeyi Erdoğan ağabey kuzenleri Hüseyin Darcan ağabeylerin evleri de bu bölgede idi. Erdoğan ağabey daha sonra askeriyeye girdi ve subay oldu. Hüseyin ağabey de mimar. Her ikisi de benim gözümde köyün efendi ağabeyleri arasındaydılar.

Bahsettiğim aralığın hemen yanı başında daha sonraları bir bina yapılmaya başlandı ve burada yazlık sinema kurulacağı söylenmişti. Fakat bina ortaya çıkmasına rağmen o sinema işi bir türlü tahakkuk etmedi.

Köyün eskiden bir tane yazlık sineması vardı. Florya asfaltı üzerinde köy meydanına giden kavşağı geçtikten yaklaşık 150-200 metre ileride sağda bir mekandı. Yaz gecelerinde köy halkının, ellerinde çekirdekler, sert iskemlelerde rahatsız olmak istemeyenler koltuk altlarında portatif bir şilte, serin akşamlarda ise üzerlerine giymek için bir ince üstlük ile dizi dizi sinemaya doğru gittiklerini görürdünüz. Televizyonun yaygınlaşması ile birlikte açık hava sineması Şenlikköy’de değerini yitirmeye başladı. Şimdi yerinde sanırım bir okul bulunuyor

Köyün tarihi sinemasının daha gerisinde alternatif bir sinema olarak yapılmaya başlanan bu binanın yan tarafından 45 derece açı ile bir sokak ayrılıyordu. Burada Marangoz Mithat ağabeyin evi yer alıyordu. Mithat ağabeyin bizim yaşlarda Efgan isminde bir oğlu vardı. Bir de onların yan evlerinde yanılmıyorsam akrabaları olan yine bizim emsal Kerim’lerin evi bulunuyordu. Bahsettiğim yolun bittiğ noktada hemen kaşıda Ercan’ın babası Suphi amcanın elektirkçi dükkanı vardı.

Buradan içeriye doğru artık köyün iç taraflarına giriyoruz ki şimdilik burada durup biraz da Florya asfaltının karşı tarafına bakalım.

Çayırın bitiminde Vaso hanımın evinden bahsetmiştik. O ev daha yukarılardaki Kadri beyin evi gibi 4-5 katlı bir apartmandı. Daha önce de belirttiğim gibi her iki evin tipi birbirine benzerdi. Arkadaşımız Çetin, ağabeyi Ahmet ve ailesi bu evde ikamet ederlerdi. Çetin mahallemizin bir diğer kalecisi idi. 80’lere doğru ideolojik hareketlenmeler başladığında bizim Çetin’de yoğun bir Marksist söylem başlamıştı. Bu sebepten kendisini Komünist Çetin diye adlandırıyorduk. Fikir ihtilaflarımız olurdu fakat bu bizim arkadaşlığımıza menfi tesir etmezdi. Sıkı sıkıya tartışır sonra geçer giderdik…

O evden sonra boşluklu bir alan, içerilerde kedileriyle beraber bir barakada yaşayan köyün meczup hanımı Ayşe Hanım teyzenin evi, daha sonra Zafer Kerse’lerin evi, yanında birkaç bahçeli evden sonra futbol sahasına dönen sokağın köşesine varıyordunuz. Şimdilerde orada trafik ışıkları yer alıyor.

Bu bahsettiğimiz çizginin karşı tarafında yani yolun diğer yanında bir aralar bir hayli sükse yapan Deniz Taksi adlı bir taksi durağı kurulmuştu. Şenlikköy denince hakikaten hemen aklıma gelecek kadar popüler bir çıkışı olmuştu o Deniz Taksinin.

ŞENLİKKÖY MEYDANI VE ÇEVRESİ

Florya asfaltı bir taraftan futbol sahasına dönen bir sokak ile birleşirken, yolun karşı tarafında bir yandan 90 derece köyün içine giren, ortadaki karakolun yan tarafından yine doksan derece yukarı çıkan iki ara sokak ve 45 derece yatay olarak ilkokul ve yeni Camiye doğru uzanan yolların toplaştığı bir meydanı görürdünüz. Meydanda köyün çeşmesi dikkat çekerdi. İşte burası klasik köy meydanı idi. Tabii köyün iki kahvesi de bu meydanda yer alıyordu.

Berber, Muhtar, Sağlık kabini, Bakkal gibi tabii unsurlar da hep bu meydana bakardı.

Bahsettiği meydandan 45 derece diye tabir ettiğim yol Mektep Sokak adıyla anılmakta ve köyün çocuk parkının yanından geçerek Yeni Camiye oradan ilk okula ve devamla istasyondan içeri doğru Mahirlere giden caddeye bağlanırdı. Bu yol güzel bir asfalta sahipti.

Ayrıca trafik olarak da çok sakindi. Bu sebepten bisikletle gezmeye de çok uygundu. Dolayısıyla bisikletlerimizle rahatça dolaşıyor, ilerden sola saparak o zamanlar henüz yeni yeni yapılmaya başlayan Galatasaray’ın sahasına hatta Havaalanı yoluna kadar gidiyorduk.

Harman sokak ve Orman sokak o dönemlerde bu bölgede gözümüze çokça çarpan sokak levhalarıydı. Şimdilerde yine o bölgelerde yeni yeni sokak ve caddeler gelişti.

Bir diğer güzergah da İstasyondan gelen yola kadar gidip bazen Mahirler tarafına bazen de sağa saparak Florya tren istasyonunun yanındaki benzinciye kadar varıp oradan dönerek tekrar mahallemize gelmekti…

İstasyonun yanında bazıları tek atla birkaç tanesi ise çift atla çekilen rengarenk faytonlar dururdu. Trenden inen insanların birçoğu köyün içlerine veya çevre bölgelere bu faytonlarla giderdi. O zamanlar için tren Florya için çok hayati bir vasıta idi. Halkalı’dan kalkan Kanarya, Menekşe, Florya, Yeşilyurt, Yeşilköy istasyonları olarak devam eden banliyö treni Sirkeci’ye kadar giderdi.

Köyün şehir ile bir diğer bağlantısı da Taksim Florya otobüsü idi. Bu da İstasyonun yanına kadar gelir yaz aylarında güzergahı yuvarlak kambinge kadar uzatırdı

Yuvarlak Kamping tabir edilen meydan kıyı şeridinde deniz kenarındaki kamp alanlarının en son noktasıydı ve yol burada daire şeklinde bir güzergah takip ederdi. Yuvarlak kampingin bir diğer özelliği ise orada uzun yıllardır mevcudiyetini sürdüren bir kır pidecisinin varlığı idi. Bu pideci sahiplerinin değişip değişmediğinin bilemesek de dış görünüm olarak pideci vasfının koruyan bir lokanta olmasıydı.

İstasyondan köy tarafına doğru giderken benzinciyi geçtikten sonra geniş bir boşluk yer alırdı. Bugün oralarda eğitim kurumları yer almakta. O boşluklardan birinin üzerinde   bisikletçi Erdoğan ağabey vardı. Bisikleti olmayanlara bisiklet kiraya verir, patlayan lastikler fazla sorunlu ise onları onarır, bisikletlerdeki ayarsızlıkları giderirdi. Çok hızlı konuşan güleç yüzlü bir amcaydı. Gençlik dönemlerinden babamın da arkadaşı olduğu için hemen her gidişimizde kendisine selam söylerdi

Florya Şenlikköy’ün Yeni Camiinden bahsetmiştik. Bu Cami 70’li yılların ortasına doğru inşa edilmişti. Okul yolunda geniş ailesi ile birlikte oturan Ayet efendi isimli tekstilci ve Rumelili bir amcamız bu Camiinin onarımı için ciddi bir insiyatif kullanmıştı. Bizimkiler de bu işe çok taraftardı ve Ayet efendiyi destekliyorlardı. O günün şartlarına göre inşaatın biraz büyük tutulduğuna dair bazı cılız sesler duyulmuş olsa da müteşebbis heyet sıkı durmuş ve güzel bir Cami inşa edilmişti.

Caminin karşısında bizim orada bağı olan Şefik ağanın oğlu Nejat ağabey işletirdi. Köyün önemli şahsiyetlerinden Ömer ağa da bu manavın üstünde otururdu. Manavın yanında değişik bir tadı olan güzel bir pideci uzun yıllar hizmet verdi. Nuri Çorbacı adındaki bu ustamız genellikle oğlu Mustafa ile birlikte çalışırdı. Gerçi biraz önce bahsettiğim gibi bir de Yuvarlak Kampingde meşhur bir pideci vardı ama köyün pidecisi bizler için çok özeldi. Köydeki pidecinin ilginç bir özelliği şuydu ki hamurunu hep belli bir seviyede tutar ve pideleri birkaç saatte biterdi. Nedendir bilinmez o hamur adedini pek arttırmazdı. Belki de tek başına çalıştığından işini hakkıyla yapacak bir boyutun üstüne çıkarmıyordu..Onun da vefat haberini duyunca çok üzülmüştük. Allah Rahmet eylesin

ESKİ CAMİİ İLE İLGİLİ BİR KAÇ SÖZ

Yeni Cami öncesi köyün biraz yukarısında kiliseden dönme minik bir mescitte ibadetler yapılmaktaydı. Bizler ilk Kur’an Kursumuza bu minik Camide gitmiştik. Hatırlarım henüz ilk okula başlamamıştım ama yavaş da olsa okuma yazma öğrenmiştim. Amca kızım Nurdan benden 3 yaş büyüktü ve o kursa giderken illa ben de gideyim diye tutturmuştum. Ufak olduğum için hoca biraz tereddüt göstermişti ama beni iştiyaklı görünce tamam demişti.

O yaz bir hayli şeyler öğrenmiştik ve çok da memnun kalmıştık. Daha sonraki senelerde yaz aylarında Şenlikköy Camii bizim öğlene kadarki zamanımızın geçtiği yer olmuştu.

Zühtü Genç adlı bir hocamız vardı. Her birimizle çok güzel ilgilenirdi. Kur’ana geçtikten sonra bazen onun kaldığı Cami lojmanının bahçesinde de ilave okumalar, tecvit kurallarının tatbiki ve çeşitli ezberler yapardık. Hatta hiç unutmam sünnet olacağım sene Sünnet töreninde okumam için bana Enfal suresinin ilk ayetlerini ezberletmiş ve güzel bir talim yaptırmıştı. Daha sonra başka bir Camiye tayin olmuş ve ilişkimiz kesilmişti. 2012 Yılında vefat haberini bir gazetede okuyunca çok üzülmüştüm. Allah Rahmet eylesin.

Köyde iki tane iğneci hanım vardı. En meşhuru olan Yüksel abla eski Caminin karşısında otururdu. Tabiri caiz ise erken gibi bir hanımdı. Ayağında hep pantalon olurdu. Sert görünümüne rağmen çok insan canlısı bir insandı. Yorgunluk nedir bilmez ihtiyacı olan hemen herkesin imdadına yetişmeye çalışırdı.

Ermeni olan diğer iğneci hanım da yeni Caminin dibinde ikamet ederdi. Aileden herhangi birine iğneci lazım olduğunda onlara haber vermeye giderdik. Daha sonraları köyde ilk hanım eczacı olarak Filiz abla bir dükkan açınca sanırım orada da iğne hizmetleri görülmeye başlanmıştı.

Zühtü hocadan sonra Mahmut hoca adlı bir hoca tayin edilmiş ve Yeni Camide de uzun süre hocalık yapmıştı. O da çok bilgili bir zattı. Her hali ile hocalığın hakkını verirdi.

Caminin kadrolu müezzini dışında cemaatten bu işe meraklı kişiler de çıkardı. Gençlerden bizler de bunların arasındaydık. Köyün meşhur postacısı Rahmetli Sefer ağabey de her dönem ve her fırsatta güzel sesi ile müezzinlik yapan kişilerin başında gelirdi.

Postacı Sefer ağabey Şenlikköy’ün efsane isimlerinden biriydi. Herkesi yeri ile yurdu ile tanırdı. O dönemlerde birisi bizim adresimizi istediğinde ona ismimizi soyadımızı yaz altına da Şenlikköy/Florya yaz mektup bizi bulur dediğimizde insanlar çok şaşırırdı. Aynen öyleydi. Birisi köyde belli bir müddet oturduysa Sefer ağabey o kişiyi muhakkak bilir ve emaneti sahibine ulaştırıdı. Daha sonraki yıllarda Sefer ağabeyin köyde muhtarlık yaptığını da işitmiştim.

Lise yıllarına geldiğimizde Camideki bizden genç arkadaşlarla dersler ve sohbetler yapmak için ilgilendiğimiz olmuştu. Özellikle okul yolunda oturan şimdinin diş tabibi Osman Bektay ile bu faaliyetlerde ortak olarak çalışırdık.. Osman’ın ağabeyi Mustafa da çoğu kere bizimle olurdu. Dersler yapardık, kitaplar okurduk, küçük piknikler tertip ederdik, top oynardık. Bizim için çok bereketli günlerdi. Hem öğrenirdik hem de öğretirdik

Köyün içerisine doğru dolaştıktan sonra tekrar bizim mahallemize dönüp Karslı bakkalın orada bıraktığımız yolculuğumuza daha yukarılara çıkarak devam edebiliriz.

BAĞLAR MEVKİİ SOKAĞI’NIN YOKUŞTAN SONRAKİ BÖLÜMÜ

Nikoların evini geçince dört yol ağzına geliyorduk. Sağa doğru üzüm bağına sola doğru ise Ormana ve futbol sahasına doğru giden bugünkü Hürriyet Caddesi olan yol vardı. Dört yol ağzını geçince sağda bahçe içinde biraz daha yüksekçe birkaç bina yer alıyordu. Bu binalarda oturanlar içinde birkaç isim aklımda kalmış. Bizim yaşlarda Metin diye bir arkadaşımız vardı. Metin’in  kuzeni Cengiz bizlerden 5-6 yaş küçüktü, demek ki 80 öncesi 12-13 yaşlarında idi. Daha sonra Cengiz’i Milli takım maçlarında takımın doktoru olarak görünce çok şaşırmış, bir taraftan da çok gururlanmıştım. Demek eski mahallemizin çocuğu tıbba girmiş, mezun olmuş ve Milli takıma doktor olarak seçilmişti. Onların ablaları Serpil abla benim kuzenlerim Ayhan ve Nurdan ile yaşıttı. O evde bir büyük ablamız daha vardı. Sanırım o da Cengiz’in ablasıydı.  Büyük kuzenim Reyhan ablamın yaşıtıydı. Yine o apartmanlar içinde Pınar adında bizim yaşlarda bir kız daha otururdu. Pınar ile Serpil ablalar arasında akrabalık var mıydı onu hatırlayamıyorum.

Daha sonra Mustafa bey amcaların evi gelirdi. Bahçe içinde tek katlı şirin bir ev. Biz bazen akşama doğru, bazen de geç saatlerde Bağlar mevkii sokağında bir baştan bir başa arkadaşlarla yürürdük. Bazen de bisikletle gezerdik. Bizim bu akşamüstü ve akşam turlarımız uzun seneler adeta belli bir klasik oluşturmuştu. Elimizde çekirdeklerle yürürdük. Şimdi düşünüyorum da kimselere zararı olmayan ama bize de anlamlı bir faydası olmayan zaman geçirmeler. O zamanlarda daha faydalı bir zaman geçirme yolu bulaydık herhalde tüm mahalledeki çocuklar için önemli bir yetişme imkanı sağlardı. Bu turlarda Mustafa bey amca genelde bahçenin kapısında otururdu ve bizler ona selam verirdik. O da gayet canlı bir şekilde mukabele ederdi.

Metinlerin evinin karşısında Şükrü adlı bir arkadaşımızın evi vardı. Şükrünün babası doktor annesi Kimyager idi. Variyetli bir aile idiler. Bisiklet ve otomobil çağımız geldiğinde Şükrü’nün hem bisikleti hem de arabası ( arabaları) genel ortalamanın üstünde olurdu. Selamımız olmasına rağmen belki de tarzlarımız çok fazla uyuşmadığından, belli bir arkadaşlığımız vardı ama çok samimi değildik. Onların evinin yanında yine çok hukukumuz olmayan Monik adlı bir arkadaşın oturduğu ev vardı. Monik’lerden sonra bir küçük boşluk ve ondan sonra Uğurların evi gelirdi. Mahallede iki Uğur vardı Biri şişman Uğur ki bir arka sokakta otururlardı. Diğeri de zayıf Uğur. Her ikisi de yaşça bizden biraz büyüktüler.

Bağlar Mevkii Sokak ilk başlarında biraz yüksekçe bir noktadan Florya asfaltından ayrılır ve sokağa sapılırdı. Bugün o noktada yanılmıyorsam bir BİM mağazası var. Bu sokak amcamların evi hizasında en çukur noktasına varır sonra oradan tekrar yokuş halini alırdı. Uğur Gökşin’lerin ve Mustafa amcaların evinin bulunduğu nokta sokağın nerdeyse en yüksek bir noktası idi ve bu noktadan sağa doğru bir viraj başlardı.

Virajın başladığı noktada sola doğru bir çıkmaz yol ayrılırdı ki bu yolun sonunda bizim yaşıtımız Hilmi, ağabeyi Doğan ve kız kardeşleri Yüksel, anne babalarıyla bahçe içinde ikamet ederlerdi. Babalarının kocaman bir Amerikan arabası vardı. Doğan ağabey daha sonra havacı subay oldu. O da mahallemizin çok efendi ağabeylerindendi.

Hilmi ile nedense çocukluğumuzda pek yıldızımız barışmazdı. Ben pek kavgacı bir çocuk olmamama rağmen Hilmi ile birkaç sefer yumruk sille kavga etmiştik. Hilmi de öyle bir tip değildi ama demek ki aramızda o zamanlar menfi bir elektrik oluşmuştu

Hilmilerin arka tarafında daha sonra Şaban eniştemlerin evlerini aldığı polis emeklisi Ahmet amcalar ikamet ettiler. Onların çocukları Ömer Çağlar, şu anda TV yayıncılığı yapıyor

Bağlar mevkii sokağı sağa doğru sapınca ve Hilmilerin aralığını geçip virajı devam edince oğlu Ali ve Mehmet olan camcıların evi, sonrasında da Gazeteci Oktay ağabeylerin evine varılırdı. Oktay ağabey Tercüman gazetesinde çalışırdı. O zamanlar en canlı hatırladığım Murat 124 marka bir arabasının olduğu idi. Yıllar sonra onun oğlu ile benim oğlum bir yerlerde görüşmüşler ve Şenlikköy’den bahsetmişler. Bu muhabbetle birlikte Oktay ağabeyin de vefat etmiş olduğunu öğrenmiş oldum. Allah rahmet eylesin

Oktay ağabeylerin yanında Dr. Fuat Birkardeş’lerin bahçeli evi vardı. Fuat amca kalp Doktoru idi. O zamanlar hatırladığım kadarıyla kışın Vatan Caddesinin ucundaki ( şu an Ulubatlı diye anılan bölge) Emlak konutlarda otururlardı. Büyük kızının adı hafızam beni yanıltmıyorsa Günseli idi. Bizim yaşlarda oğlu Haluk ve bizden biraz küçük kızı Yasemin ile bu evde ikamet ederlerdi.

Onların yanında ermeni bir aileden aldıkları evde İsviçrede çalışan bir aile ikamet ederdi. Yusuf bey, hanımı Ayşe hanım, yeğenleri Hatice ve kardeşi İlyas.   İlyas sanki bizden yaşça biraz daha küçüktü.

Bu evlerin karşı tarafında ilk sırada bir boşluk vardı ama onların arkasında bizden yaşça büyük ve benim amca oğullarım Osman ve Orhan ile yaşça yakın Dişçi İhsan ağabeylerin evi vardı.. İhasn ağabeyin babası Tevfik amca da diş tabibi idi. Her ikisi de Rahmetlik oldular.

İhsan ağabeylerin evinin yanında da benim büyük amcamların yani Ahmet amcamların evi gelirdi. O ev ilk dönemde yeni Bağlar mevkii sokağının asfaltının bittiği noktanın köşesiydi. Sonra toprak yol başlıyordu. Tabii daha önce o toprak yol da yoktu ve oralar çimenli ve çayırlık alanlardı.

AHMET AMCAMLARIN BÖLGESİ

Ahmet amcamlar daha önceleri yaz aylarında Bahçelievler’de bir yazlık ev tutarlar ve oraya giderlerdi. 1970’li yılların başlarında Bağlar mevki sokağın asfaltının sona erdiği en köşe arsayı aldılar ve oraya yazlık bir ev yapmaya başladılar. O ev Rahmetli Salih dedemin en son inşa ettiği ev idi. Bahçe içinde iki katlı güzel bir evdi. Bir de yarı bodrumu vardı ki daha sonra çocukları evlenince alt ve üst katları onlar kullanır oldular. Ahmet amcamların gelişi ile birlikte Florya Şenlikköy’de ailenin büyük bölümü toplanmış oluyordu.

Babam ve iki ağabeyinin en bariz özellikleri olarak, biri bir işi yapınca diğeri de benzerini yapmayı sever bir tabiata sahip idiler.

Mesela babamların üç kardeş bir dönem 51-52 model ve her biri de koyu yeşil renkli Consul marka arabaları olmuştu. Sonra 61-62 model yine Consul marka araba aldılar. Bu sefer renklerde küçük bir değişiklik yaptılar. Bizim ve büyük amcamınki bordo renkli, ortanca amcamın beyaz idi. Bunlar kardeşlerin ruh halini anlatmak açısından ilginç hususlardı.

Bir tek en küçük kardeşleri Necmi amcamın yapısı daha farklıydı. O diğerlerine pek benzemezdi.

Mesele üç kardeş kuyumculuk işinin farklı taraflarıyla geçimlerini sağlamışlardır. Necmi amcam da bir ara bu işi yapmış fakat sonrasında bırakmıştı. Yazın hemen hepsi Florya Şenlikköy’e gidiyordu. Necmi amcamın o tür bir hedefi hiç olmadı. 60’lı yılların ortalarında bir dönem Almanya’ya çalışmaya gitmişti. Birkaç yıl kalıp dönmüştü. Sonrasında bir ara 56 veya 57 model güzel bir Amerikan Chevrolet marka araba alıp onunla taksicilik yaptı. Yine bir süre kamyonet alıp Trakya’dan meyve sebze getirdi. Bir ara Fatih Camiinin yakınlarında kahvehane açtı. Bir dönem Şirinevler’de bugün o ilçenin nerdeyse merkezi yerinde ki oralar kuş uçmaz kervan geçmez tabir edilen bölgelerdi, yazlık sinema açıp işletti. Vel hasıl diğer üç kardeş birbirlerine yakın tarzda davranışlarda bulunurken en küçük kardeşleri daha farklı bir hayat çizgisi izlemişti.

Ahmet amcamın büyük damadı Şaban Gülce daha sonraki dönemlerde amcamların evini biraz geçince sol tarafta arsa alıp bir ev yapmaya başladı. Tam inşaatta belli bir noktaya geldiklerinde eniştem iş yerinde bir müşterisine para kaptırdı ve yıllarca uğraşıp didindiği birikimlerini kaybetme durumuna düştü. Hem onlar hem de tüm aile bu olayda çok üzülmüştü. Çünkü Rahmetli Şaban eniştem gençliğinden itibaren sabırla çalışan bir insandı. Rıza Paşa Yokuşu üzerinde Fincancılar mevkii, Yusufyan Han’da terzi levazımatı satışı yapan bir iş yerine sahipti. Bir dönem Orhan ağabeyim iş yerinde ona yardıma gitmişti ve o günden sonra ona usta demeye başlamıştı. Ben de sanırım lise ikiye geçtiğim yaz bazı günler onun yanına yardıma gitmiştim. O tarihten sonra ben de kendisine usta derdim. Çok yumuşak huylu, iyi ahlaklı bir insandı. Bu talihsiz olay sonrası hemen o evi sattılar. Eve müşteri olan kişiler Saray Muhallebicisinin sahipleri idiler. Onlar o evi alıp tamamladılar ve oturmaya başladılar. Rahmetli Kadir Topbaş ve ailesi bir dönem o evde oturdular.

Eniştemin daha sonra Topbaş’lara sattıkların evin bir öncesinde yani Ahmet amcamların karşı çaprazında arkadaşımız Cafer’lerin evi vardı Cafer Tokatlı bir ailenin çocuğu idi. Babası Feyzullah amca ve kardeşi , Mercan’da tekstil işi yaparlardı. Cafer’in kendisinden biraz küçük bir kız kardeşi de vardı. Amcasının da bir kızı bir de bizlerden küçük Mustafa isminde bir oğlu vardı.

Cafer çok güzel top oynardı. Daha çok  küçük ebatlı sahalarda başarılı idi ve müthiş çalımlar atardı. İlk geldiği senelerde minyatür kale maçlarda onun ayağından top almak adeta imkansızdı. Daha sonraları onun tarzını çözmüştük ve maçlardaki ağırlığı kısmen dengelenmişti.

Cafer’lerin ve Şaban eniştemin yapmaya başladığı evin arazisi bir Rum’a aitti ve burada Recep ve Birolların oturduğu ağaçlar içerisinde bahçeli eski bir ev vardı. Onun yanında ise daha sonraki senelerde Arnavut Recep diye lakabı olan bir arkadaşımızın evleri vardı. Şu anda E5’e kadar dolu bu bölge 80’li yıllara kadar tek tük evlerin bulunduğu bir yerdi.

EKŞİ NAR SOKAĞININ

ÜZERİNDEYİZ

Tekrar amcamların evine dönüp oradan sağa aşağı doğru saptığımızda toprak bir yola girerdik. Bu yol ilk senelerde bir hayli boştu. Amcamın evinin yanındaki arsa da büyük bir boşluktu. Amcamın damatları Şaban Gülce ve Bahaeddin Cebeci daha sonraki yıllarda oraya bir ev yaptılar. Şaban Eniştemiz genç denebilecek bir yaşta zor bir hastalığa tutuldu ve vefat etti. Şimdi hanımı ve büyük kuzenim Nurten ablam, Bahaeddin Eniştem, hanımı olan diğer kuzenim, çocukları ve torunları ile o evde oturuyorlar. Tabii Ahmet amcam ve kendisine Cici anne dediğim Melahat yengem vefat edince köşedeki o ev artık içinde kimsenin yaşamadığı boş bir tarihi anıt gibi duruyor.

Aşağıya doğru yan arsalarında Cağaloğlu’nda konfeksiyon gömlek işleri yapan Konyalı Hasan Cebeci otururdu. Hasan amcanın 5 oğlu vardı: Ümit, Suat, Güven, Rıdvan ve Zafer

Daha aşağıda Çorapçı Gaziantepli Hayri Sağlam amca ve aşağısında da Prof. Dr Asım Asaf Ataseven ev yaptırmışlardı.

Onlardan önce bu yolun alt tarafları komple çayırlıktı ve oralarda da maç yaptığımız olurdu. Yolun sol tarafında da yavaş yavaş evler yapılmaya başlandı. Şimdi Ekşi Nar sokak denilen bu geniş caddenin bir arka paralelindeki Mercan sokakta arkadaşımız Ergun’ların evi bulunurdu. Bahçe içinde boş bir arazide şirin bir ev. Ergun’un ağabeyi Ercan ağabey, amca oğlu Osman ve Orhan’ın yaşıtıydı. İkisi ortasında Nazmiye adlı bir kız kardeşleri de vardı. Ergun’ın babası Kemal amca kamyoneti ile yük taşıyarak ailenin geçimini sağlardı. Aynur teyze bizleri her daim güler yüzü ile karşılardı. Sezgin ailesinin benim açımdan en ilginç ve güzel tarafı hepsinin neşeli ve mütebessim insanlar olmalarıydı.

Bu sokakta ayrıca Florya’daki Benzin İstasyonunu işleten 3 Karadenizli kardeş ve çocukları otururdu. Çocuklar içinde Mehmet bizim akranımızdı.

Ekşi Nar sokağından aşağı inerken sola doğru bir ara sokak vardı orada daha önceleri Eletrikçilik yapan Mustafa ağabey 75’li yıllardan sonra bir bakkal dükkanı açtı. Mustafa ağabey bakkal dükkanının dolabına yaz aylarında bol bol meşrubat koyar ve bizleri her gördüğünde çocuklar kola ve gazozlarım çok soğuk, yürüyüşleriniz sırasında terleyince gelin diye bize haber ederdi. Enteresan bir pazarlama yolu. Biz de akşamüstü yürüyüşlerimizde eskiden asfaltın sonundan geri dönerken daha sonraları yolumuzu Mustafa ağabeyin bakkalına kadar uzatır ve bir şeyler içerek geri dönerdik. Demek ki onun sözleri bizlere kısmen tesir ediyormuş

Daha aşağı indiğimizde köşede bahçe içinde büyük bir ev hatırlıyorum. Orası Osman ağabeylerin arkadaşı Erol ağabeylerin evi idi. Erol ağabeyin dedesi faytonculuk yapardı. Bir de yanılmıyorsam Erdinç adlı kardeşi vardı.

O civarda yine Rahmetli Osman ağabeylerin arkadaşı Koray ağabeyler otururdu. Fakat Koray ağabeylerin evinin şu an tam hangi noktada olduğunu tam kestiremiyorum. Daha sonra Erol ağabeylerin evinin arka tarafında güzel bir Cami daha yapıldı.

Yeni camiinin olduğu yerde eskiden çukurda Vedat’ların evi vardı ve onların da az da olsa inekleri vardı ve süt satarlardı.. Şu an Mc Donald’s’ ın karşısında yoğurtçu Ömer’ler ve daha sonra da Ali’ler ‘in evi vardı. Şimdilerde ana yola bağlanan bu noktada eskiden diz boyuna kadar gelen bir duvar bulunurdu ve arabaların çıkış imkanları yoktu. Sadece yayalar geçebilirdi. Yol da kötü bir zemine sahipti ve hafif yağmurda hemen çamur olurdu.

Eskiden Yeşilova tarafında su sıkıntısı çok fazla olduğunda yolun karşı tarafına yani Bağlar Mevkii sokağın olduğu yere ellerinde bidonlarla insanlar geçerdi. Bu dönemde Rahmetli Ahmet amcam bazı zamanlar kuyusundan bu insanlara su verirdi. O sebepten Yeşilova ve Cennet Mahallesi taraflarında amcamın köşe evinin bir hayli bilinirliği bulunmaktaydı. Bugün düşünüyorum da ne kadar güzel bir iş yapıyormuş Rahmetli

Şimdilerde bu bölgede türlü türlü yeni sokaklar ve bahçeli evler peydah oldu. Bahsettiğim bu sokaklar da bazı noktalardan Beşyol civarında ana yola bağlanıyor. Köşede Nakipoğlu halı sahası da daha sonraları arsaların azaldığı dönemlerde top oynanan yerlerdi.

ÖNEMLİ BİR SANATKAR AİLE : MOTORCU MUSTAFA AMCA VE ÇOCUKLARI

Amcamlardan aşağı indiğimizde bugün Dr. Atasevenlerin evinini bulunduğu yokuşun bittiği noktalar henüz bugünkü gibi yollar ve sokakların belirlenmediği bir yapıdaydı ve orada hatırladığım en belirgin yer arkadaşımız Cemal’lerin bahçe içindeki evleri idi. Cemal’in ağabeyi Kemal, Osman ve Orhan ağabeylerimin arkadaşıydı. Bir dönem amcam Osman abime Mobylette marka bir motor almıştı. Daha sonra aynısından Orhan abime de alındı. Biz daha küçük olduğumuz için arada bir motorları kaçak yoldan sürüyorduk ama daha çok bisikletle iktifa ediyorduk. Kemal abinin ise hiç unutmam NSU marka biraz daha eski bir motoru vardı. Bunlar müsait alanlarda sürekli hız denemeleri yapıyorlar ve birbirlerini geçebilmek için de devamlı motorlarının ayarlarıyla oynuyorlardı. Kemal ağabeyin bu konuda bir hayli maharetli olduğunu hatırlarım. Onun babası Mustafa amca Motorcu Mustafa adıyla maruf bir kişiydi. Tabii o zamanlar bizim için arkadaşımız Cemal’in ve Kemal abinin babası, daha çok kendi bahçesinde toprakla ve ağaçlarla uğraşan bir amcaydı. Daha sonraları 90’lı yıllarda matbaacılık işine başladığımda bu Motorcu Mustafa amcanın matbaa elektrik ustalığı alanında bir ekol olduğunu öğrenince çok şaşırmıştım. Mustafa amca ve oğulları Cağaloğlu’nda bu alanda parmakla gösterilirdi. Demek Kemal ağabeyin gençlik dönemlerindeki o ustalığının kökeninde babasından tevarüs eden bir yön de varmış ki onu geç fark etmiştim.

Bugün bile Motorcu Mustafa amcanın yanında yetişenler Matbaa piyasasında önemli elektrikçiler olarak iş yapmaktadırlar.

Bizim Cemal ve Kemal ağabeylerin evlerinin yanından geçilerek yazımızın en başında zikrettiğimiz o Selvi sokağın ucuna bağlanırdık.

Ahmet amcamların evinin köşesinden sol tarafa döndüğümüzde bugün geniş bir yol var ve yol Basınköy’e kadar gitmekte. O yolun üzerinde de devasa siteler yer almakta. Bizim bu olayları anlattığımız 70’li yıllarda o yol toprak bir yoldu ve bir müddet sonra askeriyenin başlamasıyla adeta kesiliyordu.

Askeriye’nin başladığı bölgeden sola doğru şimdi Cumhuriyet Caddesi denen sokağa dönmekteydi. O sokağın köşesinde oturmakta olan Ermeni Aram usta o zaman kendi evine kadar moloz ve üzerine sarı mil döktürmüştü ve bu yol muhtemelen o sebepten sarı yol olarak anılıyordu.

Bu noktalara kadar geldiğinizde çok gayret ederseniz askeriyenin kapısın kenarından derme çatma bir yoldan ve inişli çıkışlı bir patikadan geçerek ormanın yanından yine bugünkü Basınköy yoluna varırdınız ama tabii o zaman Basınköy’ün yolu da böyle asfalt değil toprak bir patikaydı.

Bahsettiğim yolun köşesinde yani henüz bu sarı yola girmeden, kapısı Bağlar mevkii sokağa açılan yandan ise sokağın içine doğru uzanan bahçe içinde tek katlı bir ev vardı. Bu ev daha çok yazlıkçılara kiraya verilirdi. O evde uzunca bir süre babam ve amcamların kadim dostu Avni İman amcalar oturmuştu. Hanımı Meliha hanım teyze de annemlerin arkadaşıydı. Oğulları Selim ve Sinan bizden biraz daha küçüktü. Bir de küçük kızları vardı ki o da rahmetli kız kardeşimin arkadaşıydı.

Avni bey amcalardan sonra o evde bir süre de yine Kapalıçarşı’da kuyumculuk yapan Ömer Özpala ağabey oturmuştu. Özpala ailesi başta Sabri Özpala olmak üzere, Mehmet Ali, Ömer, Osman ve Bekir Özpalalar hepsi, Kapalıçarşı’da kuyumculuğun farklı versiyonları ile uğraşırlardı ve onlar da babamların arkadaşlarıydılar. Özpala ailesinden sadece en büyük erkek kardeşleri bildiğim kadarıyla bu mesleği yapmamıştır. Kendisi Matbaacı idi Ona Paşa derlerdi ama bu onun ismi miydi yoksa lakabı mıydı pek bilememekteyim. Bu kişilerin hemen hepsi de kış aylarında Fatih’in çeşitli noktalarında ikamet ederlerdi. Özpala kardeşlerden Bekir ağabey de kısa bir süre Şenlikköy’de yazlığa gelmişti.

Ömer ağabey aynı zamanda babamla 72 yılında arabayla Hacca gitmişti. Dolayısıyla Hacc arkadaşlığı gibi önemli bir yoldaşlıkları olmuştu. Ömer ağabey enteresan bir kişiliğe sahip çok uyumlu bir insandı. Mesela hem Ahmet ve Necati amcamlarla konuşur ve anlaşır hem de onların oğulları Osman ve Orhan ile belli bir hukuku sürdürürdü.

GENEL ANLAMDA FLORYA ŞENLİKKÖY HAYATI İLE İLGİLİ BİRKAÇ SÖZ

Florya Şenlikköy özellikle 70’li yıllarda benim hayatımda özellikle yaz aylarında çok önemli bir yer işgal etmiştir. Mayıs aylarında okulların bitmesine yakın başlayan bu serüven okulların açıldığı Eylül ayına kadar sürerdi. Kışın da havaların güzel olduğu hafta sonlarında bizler babamları sürekli Florya’ya gitmek üzere zorlardık. Gerçi onlar da bahçelik ve açıklık olan o bölgeyi severlerdi.

Buradaki günlerimizde sabah saatleri camideki Kur’an kursu program içinde önemli bir yer tutardı. Yeni Cami’nin yapılışından sonra yine Camiye vakit namazlarına gitmek ve Cami çevresindeki arkadaşlarla görüşmek de ( Ayet efendinin oğulları, Osman Bektay, Ağabeyi Mustafa, bizden biraz ufak olan ama beraber bazı çalışmalar yaptığımız İmam Efendinin çocukları, Recep ve şu an ismini teke tek hatırlayamadığım birkaç arkadaş) meşguliyetlerimiz içinde yer almaktaydı. Ramazan akşamları da Yeni Cami cemaatinden arkadaşlarla güzel sohbetlerimiz olurdu.

Evin çevresinde isimlerini daha önceleri zikrettiğim arkadaşlarla hemen hemen her akşam bir futbol maçımız olurdu. Büyük çoğunluğumuz Şenlikköy’ün B veya A takımında oynadığımızdan hafta sonları bu takımların antrenmanı hafta sonları da maçları olurdu ki bunlar da hayatımızda mühim bir yer tutardı.

Bakkal Muzaffer ağabeyin önündeki ağacın altı veya karşı taraftaki gölgelik alan da bizi çok ağırlamıştır. Akşamüstü ve akşam saatleri bisiklet gezileri, haftada birkaç sefer kampingdeki Roma dondurmacısında dondurma yemek de yaz aylarının ritüelleri arasındaydı. Daha küçük yaşlarımızda bizlerin vakitlerini çokca alan uçurtma müsabakalarımız da önemliydi. Özellikle ilk bahar ve sonbaharın rüzgarlı günlerde uçurtma uçurtmak önemli bir işti. Rahmetli babamla her yıl yaz başlarında beraber bir uçurtma yapardık. Babam bu işi çok iyi bilirdi ve bana da öğretmişti.

Ayrıca bana çok uzun kınnap ip alırdı ve uçurtmamın en yükseğe çıkması için alt yapıyı beslerdi

Yine yaşça küçük olduğumuz dönemlerde misket oynamak, topaç çevirmek gibi oyunları da oynardık.

Florya İstanbul’un deniz ile ilgili önemli semtlerinden biriydi. Florya’nın kıyılarında eskiden kamping alanları vardı. Genelde Belediye ile bağlantılı kişiler bu kamp alanlarında kalırlardı. İlave olarak bir de turist kamping alanı vardı. Kamping alanlarının dışında ayrıca kıyıda Menekşe’ye doğru uzanan üç adet de plaj bulunmaktaydı. Bu plajlar güzel havalarda tıklım tıklım dolardı. Plajlar ücreti girilen yerlerdi. Plajların bitiminde açık diye tabir edilen bir denize girme alanı daha bulunurdu. Burası ise karmakarışık bir bölgeydi. Bedava olduğu için buraya rağbet fazlaydı.

Plajların orta yerinde Florya’nın önemli binası Cumhurbaşkanlığı köşkü yer alırdı. Dönemin Cumhurbaşkanları bu köşkte ikamet edecekleri zaman Florya’da özel bir hareketlilik olurdu. Motel Florya’dan itibaren yol kenarlarına askerler dizilir ve Cumhurbaşkanının geçişi beklenirdi. Bizler de küçükken bu bekleyen insanların içinde yer alır geçen Cumhurbaşkanı’nın bizi selamlamasıyla mutlu olurduk. Tabi Cumhurbaşkanının köşkte olduğu zamanlar plajlara giden yollarda daha bir güvenlik tedbirleri olurdu. Bizler sandalla denize açıldığımızda köşkün yakınına gitmeme noktasında uyarılırdık. Ben en çok Fahri Korutürk’un bizim Florya asfaltından geçerek köşke gittiği sahneleri hatırlarım.

Florya’nın gençleri denize girmek için genellikle ya bir tanıdık ayarlayarak ya da kaçak yollarla kampingten denize girmeye çalışırlardı. Çünkü oranın denizi daha bakımlıydı. Tabii açığı kullanan da olurdu.

Çok küçükken bahsettiğim plajlardan bazen denize girdiğim olmuştur. Ama belli bir yaşa geldikten sonra plajların havasını çok tercih etmemişimdir. O sebepten arkadaşlarımı da ikna ederek çoğu kere Menekşe’den Sandal tutarak denize açılır kıyıdan açıkta daha sakin ve temiz yerlerde suya girerdik.

Aile fertleri için de babamlar hafta sonlarında bizi Kumburgaz’ın ilerisine ( ki o zamanlar yoğunluk ancak Kumburgaz’a kadar olur sonrasında kıyılarda daha sakin alanlara bulunabilirdi) götürür orada belli bölgelerden denize girerdik.

ZİRAAT

Bu arada kadim dostlarımdan Rafet Kılıç’ların ikamet ettikleri Ziraat’in de bizlerde önemli bir yeri vardı. İTÜ’ye bağlı bir araştırma merkezi olan ve bizim Ziraat dediğimiz mekan, köyün yukarısında ve Yeşilköy havaalanının yanından geçen yola doğru uzanan genişçe bir araziydi.

Yeşilköy Havaalanı denildiğinde de orası ile ilgili de iki söz söylemenin gerekli olduğunu düşünmekteyim. Bir dönem İstanbul’un en önemli hava yolu noktası olan bu arazi Nuri Demirağ’ın 1930’lu yılların sonunda satın aldığı yaklaşık 1560 dönümlük Elmas Paşa çiftliğidir. Burada Demirağ, Beşiktaş’ta kurmuş olduğu atölyede üretmekte olduğu uçak ve planörler ile ilgili uçuş pisti, tamir atölyesi, Gök Uçuş Okulu ve hangarlar inşa etmiştir. Fakat bu teşebbüsü daha sonra zamanın hükümeti tarafından teşvik görmemiş ve Demirağ bu girişimini noktalamak zorunda kalmıştır. Bu arazi 1950’li yıllarda kamulaştırılmıştır. Uzun bir süre Yeşilköy Atatürk Hava Alanı olarak kullanılan arazi işte bu Demirağ’ın bir dönem Uçak imalatı ve deneme uçuşlarını gerçekleştirmek için üzerinde yatırımlar yaptığı arazidir. Nuri Demirağ ve Vecihi Hürkuş’un Türk havacılık tarihi açısından önemli hizmetlerini ve bu hizmetleri yapma gayreti içindelerken ne tür engellerle karşılaştıklarını uzun uzun incelemek gerek. Yazımızın ana konusu bu olmadığı için sadece küçük bir hatırlatmakla iktifa etmenin yeterli olduğunu düşünmekteyim.

Yeşilköy ile ilgili açtığımız kısa parantezi kapatarak tekrar Havaalanının karşı tarafında yer alan Ziraat’e dönersek; Rafet’in babası Ahmet amca Ziraat’de memur olarak çalışırdı ve o kurumun lojmanında otururdu. Ağaçlar arasında genişçe bir arazinin ortasında iki katlı bir evdi oturdukları yer. Ahmet amcanın 8 çocuğu vardı. Rafet bizim yaşıtımızdı. Ağabeyi Mevlüt ondan birkaç yaş büyüktü. Yine birkaç yaş küçük Ali vardı. Onun da altında iki küçük erkek kardeşleri geliyordu; Ömer ve Soner. Bir ablaları ve ilaveten iki de kız kardeşleri vardı. Çok güzel bir aile idiler. Bizleri de çok severlerdi. Bizler de onları kendimize çok yakın hissederdik. Sıcak yaz günlerinde Ziraat’in serin mekanı çok kullandığımız alanlardan biriydi. Ahmet amca İTÜ camiasında o kadar değerli bir yer edinmiş ki vefatından yıllar sonra bile onun hatırasına çocukları hala o lojmanı kullanabiliyorlar. Bugün İTÜ’nün o bölge ile ilgili hocaları ve idarecileri çoğu kere Rafet’lerden o mekanın tarihi ile ilgili bilgiler alıyorlar. Rafet ve kardeşleri de Ahmet amcaya layık insanlar olarak Ziraat’ı hala kendi yerleri olarak görüp oraya gözleri gibi bakıyorlar. Rahmetli Ahmet Kılıç amcanın örneği, bir insanın hangi makamda olursa olsun işini güzel yapmasının değerini gösteren önemli bir örnek.

Ziraat’e çıkan yol üzerinde yine gençlik yıllarımın kadim dostu Ercan Şatana’nın evi bulunmaktaydı. Ercan ile güzel bir dostluğumuz vardı. Hatta bir dönem onunla kuyumcuların içine yüzük ve bilezik koymak için kullandıkları yaldız kaplı karton kutulardan imal etmeye girişmiştik. Babamlardan aldığımız destekle bir yaz boyu o işi yapmıştık. Öncelikle kutular için farklı boyutta kesim bıçağı yaptırıp el ile işleyeceğimiz kartonları matbaada kestirmiştik. Tahtakale’den çeşitli renklerde yaldız kağıtları ve sıcakta eriyen boncuk tutkal gibi malzemeleri alıp imalata başlamıştık.. Daha önceden bu konuda hiçbir malumatımız olmamasına rağmen sora sora çok detaylı bir işe girişmiştik.

Çoğunlukla bizim bahçede olmak üzere tamamen el yordamıyla imalat yapıyorduk. Mahallede müsait olan arkadaşlar (tabii aile fertlerinin bir bölümü hatta bu yazının hazırlanmasında önemli katkıları olan yeğenim Dr. Selman Gülce dahil) da bize yardım ediyorlardı. O yıl hepimiz için önemli bir etkinlik olmuştu. Ürettiğimiz kutuları başta babamın Kapalıçarşı’daki arkadaşlarına ve babama satmıştık. Bir kaç parti yapıp götürüp sattık. Fena da para kazanmamıştık. Fakat iş çok vakit alıyordu. Adeta hayatımızın büyük bölümünü kapsıyordu. Belli bir süre geçtikten sonra hafiften sıkılmaya başlamıştık ama birbirimize belli etmiyorduk. Yoğun bir şekilde imalat yaptığımız bir günün sonunda şu caydırıcı soruyu kendimize soruverdik.

Biz ömür boyu böyle kutu mu yapacağız?

Bu sorunun cevabı çok zordu.

O an iş gözümüzden düşüverdi. İşte o dakikadan sonra makul bir sürede bu işi zirvede bırakmaya karara verdik.

Son ürünlerimizi topluca babama sattık. Alet edevatı elden çıkardık. Ve Ercan ile mutlu bir şekilde yazın sonlarına doğru arkadaşlarımızın yanına dönüverdik. Bizim için zevkli ve önemli bir tecrübeydi.

Lise yıllarımın ortalarına doğru benim o zamanlar İstanbul diye tabir ettiğim Fatih ve civarındaki arkadaşlarımla da belli programlarım olmaya başlamıştı. Bunlar o günün şartlarından çeşitli kitaplar okumak ve kendimizi daha iyi yetiştirebilmek sadedinden çalışmalardı. Bu sebepten haftanın birkaç günü bazen babamlarla bazen de yalnız olarak gidiyor ve akşamları dönüyordum. Fakat yine de Şenlikköy’deki arkadaşlarıma adapte olmaya çalışıyordum

1980’E DOĞRU

1980 Yılı benim için çok kritik bir yıldı. O senen liseden mezun oluyordum ve üniversite sınavına girecektim. Yaz aylarının başlarında bizim evde gün boyu odaya kapanıp yanımda anacığımın hazırladığı demlik demlik çayları içerek sınava hazırlanmıştım. O yıl aynı zamanda Şenlikköy’deki son senemizdi. Bir yandan da Basınköy’de babamların amcam ve eniştemle beraber aldıkları arsada inşaat başlamıştı.

Üniversite sınavlarında Boğaziçi’ni kazanmıştım ve bu benim için çok yeni bir serüven olacaktı. Türkiye o yıllarda çok çalkantılı dönemler geçiriyordu ve bu hal bizleri de çok endişelendiriyordu. Aynı zamanda çok sevdiğim Sebahat teyzemin birkaç yıldır devam eden hastalığı da gittikçe ağırlaşıyordu. Bu da ayrı bir sıkıntılı durumdu ve çoğu kere akşamları aynı odayı paylaştığımız teyzeciğimin ızdırap çekmesi beni çok üzüyordu.

Basınköy o zamanlar çok boş bir yerdi. Bizim ev o bölgede Atayurt Caddesi adıyla anılan yol üzerinde, Menekşe’ye inen istikamette ikinci ev idi. Yanımızda da Rahmetli Rasim Toker amcanın kardeşi Servet bey ile birlikte bizden evvel yaptırmış olduğu bahçeli bir ev vardı. Arka taraflar tamamen arsa idi. İlerde Bağkur evleri diye tabir edilen bir kaç ev görünmekteydi. O çayırlık bölgede bizim için tek işaret noktası yaklaşık 200-300 metre ilerdeki bir top ağaç idi. Şimdi sıra sıra bahçeli evler arasında o top ağacı arıyor ve gördüğümüz eski bir ağaca bakıp aaaa galiba bizim top ağaç bu diyerek eski günleri hatırlamaya çalışıyoruz.

İşte biz 1980 yılının yazında işte buraya taşınacaktık fakat bu bomboş yerde biz ne yapacaktık.?

Tüm bu sorular içerisinde o yaz geçti. Sonbahar başlarında 12 Eylül ihtilali oldu. Ben o sene üniversiteye başladım. Türkiye de yepyeni bir döneme giriyordu. Çok sevdiğim teyzeciğim o yılın 20 Ekim günü vefat etti. Teyzemin vefatından bir miktar sonra benim evliliğimle ilgili ilk teşebbüsler başladı. Hanımı istedik, söz kesildi ve 1981 baharında nişanlandık. Tabii bu dönemden sonra benim de hayatımda önemli değişiklikler oldu…

Basınköy dönemi benim hayatında yepyeni bir dönem ile birlikte başlamıştı. Ama Florya ve Şenlikköy gençlik dönemimin en derin hatıralarının olduğu bir devre olarak hayatımda önemli bir yere sahiptir. O bölgeden her geçişimde bu hatıraları ve mekanları, bugünkü halleri ile değil de hep zihnimdeki o geçmiş görüntüleriyle hatırlarım…

Florya Şenlikköy’ün daha çok 70’li yıllardaki bu görüntüsünü ve hafızamda yer alan kişi ve mekanları bu yazıda not etmeye çalıştım. Yazıyı tekrar tekrar okuduğumda bazı isimleri ve mekanları ihmal ettiğimi fark edince acaba o ihmal ettiğim kişiler kendilerinin isimlerinin zikretmediğim için bana darılırlar mı diye de düşünmeden edemedim. ( Mesela daha sonra Matbaa piyasasında da birlikte çalıştığımız Yurdaer, kardeşi Ertuğrul, Şenlikköy’ün o dönemdeki en hızlı pazarlamacılarından İlker, Osman abimlerin arkadaşı Hüsnü Ağabey, vb), Fakat takdir edersiniz ki 45-50 yıllık bir hikayeden bahsediyoruz. İnsan hafızası da hatadan ve unutmadan arınmış olmadığından kendilerinden ismen bahsedemediğim o kişiler lütfen bana darılmasınlar. Onların hepsinin benim çocukluk ve gençlik yıllarımdaki o güzel günlerde muhakkak ki bir nebze de olsa hisseleri var. Hepsine çok teşekkür ediyorum.

Bu süreçte vefat eden tüm Şenlikköy ailesinin fertlerine ve büyüklerimize yüce Allah’dan Rahmet diliyorum

 

*Bu yazıda “Florya ve çevresi” ve “Eski Şenlikköy” facebook gruplarındaki bazı fotoğrafları yazıya canlılık katmak için kullandım. Özellikle Güney Güneygil’in derlemelerinden çok istifade ettim. Yazıyı bitirdikten sonra kuzenlerim ve yeğenim Selman Gülce dikkatlice okuyarak önemli katkılarda bulundular. Emeği geçen herkese teşekkür ediyorum. İnşallah isimler, mekanlar ve tarihler konusunda ciddi hatalar yapmamışımdır. Burada sehven adını zikredemediğimiz dostlarımızdan tekraren özür diliyorum.

Bir ilave daha yapayım. Yazı yayınlandıktan sonra bazı dostlar arayıp ufak tefek isim düzeltmeleri yaptılar. Yine bir kısım eksik isimleri ve resimleri yazıya ilave ettim. İnşallah bu ilave ve düzeltmeleri zaman içinde de devam ettiririz ve Florya için en az eksiği olan bir metin ortaya çıkarmış oluruz.

Selam ve sevgilerimle

Erhan Erken