İTO Heyeti’nin Bağdat ve Amman Seyahati izlenimleri

Temmuz ayının ilk günlerinde İstanbul Ticaret Odası (İTO) Başkanı Şekib Avdagiç beyin riyasetinde, Başkan Yardımcısı Dursun Topçu, Meclis Üyeleri Ali Bekgöz, Orhan Albayrak, Erhan Erken ve ilgili oda personeli ile Irak’ın Başkenti Bağdat ve Ürdün’ün başkenti Amman’a bir seyahat gerçekleştirildi. Özellikle Ekonomi alanında deneyimli gazeteci Hakan Güldağ da geziye iştirak eden bir diğer isimdi.

Her iki şehirde Ticaret Odalarını ziyaret öncesinde Büyükelçiliklerimizde kahvaltılı toplantı tertip edilmişti. Öncelikle,  Büyükelçilerimiz ve ticaret ateşelerimizle, görüşmelerin öncesinde yapılan bu istişarelerin çok önemli bir fayda sağladığını belirtmekte yarar var. Ticaret odaları dışında Amman’da Belediye Başkanı ziyareti de programın önemli bir parçasıydı.
İlave olarak yine Amman’da şehrin ileri gelen iş adamları ile yapılan son toplantıda bir çok konuda faydalı istişareler yapma fırsatı elde edildi.

Dört günlük seyahat sırasında planlı görüşmelerden arta kalan zamanda bu iki tarihi şehirdeki bazı önemli yerlere de kısa ziyaretler yapma imkanı bulabildik. Bu ziyaretler, içinde bulunduğumuz bölgelere olan kalbi yakınlığımızı daha da kuvvetlendirici bir fayda sağlaması açısından önemliydi.

SEYAHATİN BAĞDAT BÖLÜMÜ

İlk olarak vardığımız Bağdat’da, Büyükelçiliğimizin daveti üzerine sabah kahvaltılı bir görüşme tertip edilmişti. Burada Irak ile ilgili aldığımız genel izahat ve muhtemel muhataplarımızın hissiyatını öğrenmemiz bizler için bir hayli istifadeli oldu. Sonrasında da Bağdat Ticaret Odasındaki toplantıya geçildi.

Iraklı ev sahiplerimiz heyetimizi gayet sıcak bir şekilde karşıladılar. Kısa bir süre sonra Büyükelçimiz Sayın Fatih Yıldız da toplantıya iştirak etti.

Büyükelçimiz Fatih beyi Iraklılar çok seviyorlar ve ona kardeşimiz diye hitap ediyorlar. Bu hal özellikle dikkatimizi çekti ve bizleri çok mutlu etti. Kendisinin, bulunduğu ülkenin insanları ile bu tarz sıcak bir münasebet kurması iki ülkenin her alandaki münasebeti açısından çok yararlı. Bu halin faydasını bizler de görüşmelerde bire bir müşahede etme imkanı bulduk
Bağdat da yaklaşık 45 derece sıcaklıkta yapılan bu görüşmelerde İTO Başkanı Şekib Avdagiç, ‘yılın neredeyse en sıcak günlerinden birinde buraya geldik ki en sıcak ilişkileri kurabilmek mümkün olsun’ diyerek sözlerine başladı.

İTO Başkanı’nın genel olarak vurguladığı konular arasında Bağdat da beraberce Endüstri Bölgeleri kurulması teklifi en başta gelmekteydi. Avdagiç, Türkiye ile yapılacak bu tarz bir çalışmada Batılı ülkelerin yaklaşık 10 milyon dolara gerçekleştireceği böyle bir yatırımın Türk firmaları ile neredeyse yarı yarıya bir fiyata yapılabileceğine dikkat çekti. Şekib bey aynı zamanda, Türk firmalarına 1-10 Kasım 2019’da düzenlenecek Uluslararası Bağdat Fuarı’na katılmaları çağrısında bulundu.

Görüşmeler sırasında Irak merkezi hükümetinin, başta yumurta olmak üzere bazı Türk ürünlerine uyguladığı engellemeler üzerinde de duruldu. Irak’lı iş adamları ticaretin yasaklarla engellenmesinin yanlış olduğu konusunda hem fikir olduklarını, hükümetlerinin bu kararını kendilerinin de desteklemediklerini ve düzeltilmesi için uğraştıklarını ifade ettiler. Böyle bir yasak Türkiye’ye karşı bir tavır olduğu kadar Irak içindeki tüketicilerin de cezalandırılmasını beraberinde getirdiğini eklediler.

Irak 2017 rakamları ile 192,06 milyar dolar Gayri Safi Milli Hasılaya sahip bir ülke. Kişi başı gelirleri de 5000 dolar civarında

Irak ile Türkiye arasında ticaretin boyutu 2018 yılında yaklaşık 10 milyar dolar seviyesine ulaşmış durumda. Türkiye 2018’de Irak’a 8,35 milyar dolar ihracat yapmış. Irak’dan yapılan ithalat da 1.42 milyar dolar civarında. Irak Türkiye’nin en çok ihracat yaptığı dördüncü ülke. Türkiye’de yabancılara konut satışında Irak vatandaşları ilk sırada yer alıyorlar. İlk beş ayda Irak vatandaşlarının Türkiye’de 2908 konut aldığı kayıtlara geçmiş.

Görüşmelerde Bağdat Ticaret Odası Başkan ve yöneticilerinin Türkiye’deki firmaların Irak’ın yeniden yapılanmasında etkin bir rol almalarını arzu ettiklerini, Türk tarafının da bu hususta gayretli olmasını dilediklerini belirttiler.

Bağdat Ticaret Odası Başkanı Cafer El-Hamdani  “Irak’ın yeniden inşası için Türk şirketlerinin etkinliğine ve çalışkanlığına güveniyoruz. Irak hükümeti, Irak’ın yeniden inşasına büyük bütçeler ayırdı. Türk şirketlerine Irak’ın inşasında ‘imtiyaz sahibi’ şirketler olarak bakmak ve görmek istiyoruz” dedi.

Yine iki komşu ülkenin arasında karayolu ve demiryolu hatlarının canlılığının korunması ve demiryoluna da özellikle ehemmiyet verilmesi üzerinde duruldu. Bu arada Ovaköy sınır kapısının aktif olarak devreye girmesinin de önemi özellikle Iraklı tüccarlar tarafından vurgulandı. Bu noktada 19’uncu yüzyılın sonlarında Sultan Abdulhamit Han tarafından yapılmaya başlanan Bağdat Demiryolu’nun ne derecede önemli olduğu bir defa daha ortaya çıkmış oldu.

Irak Ticaret Heyeti ile görüşmeler sonrasında iki oda arasında bir iyi Niyet Protokolü imzalandı.

Irak’a yapılan seyahatin zamanlama açısından belki de en ilginç olan yönlerinden birisi de Mayıs ayının sonlarında başlayan ve Irak’ın kuzey bölgelerindeki teröristleri etkisiz hale getirmeye yönelik olarak süregelen Pençe harekatının, Haziran’ın son günlerinde daha da şiddetli bir şekilde devam ediyor oluşuydu. Bu harekata yönelik olarak Irak merkezi yönetiminden ve Irak’lı dini lider Mukteda Es Sadr’dan karşı demeçler gelmiş, Türkiye tarafından ise gerek Büyükelçimiz Fatih Yıldız gerekse de hükümet yetkililerinden gerekli cevaplar verilmişti. Tabii bazı yorumcular Irak tarafından son dönemlerde art arda gelen ticaretin engellenmesi hamlelerinin bu harekat ile ilgili olabileceği yönünde açıklamaları da gündemdeki yerini korumaktaydı.

Fakat ilginç olan ticaretin tüm bu gelişmeler dışında kendi yönünü bulma arzusuydu. Bunun da ötesinde iki ülke iş adamlarının, Türk ve Irak halkları arasında var olan tarihi ve coğrafi bağlar, ilave olarak da aynı medeniyet dairesine mensup olma şuurunun sorunları çözmede her zaman müspet bir rol oynayacağına olan inançlarıydı.

BAĞDAT’TA İSLAM BÜYÜKLERİNİ ZİYARETLER

Irak seyahatinin resmi görüşmeleri dışında çok renkli başka yönleri de oldu. Hanefi Mezhebi’nin en önemli ismi olan İmam-ı Azam Ebu Hanife Bağdat’da yatmaktaydı. Bu önemli şahsın adının verildiği Azamiye semtindeki İmam –ı Azam Camii’ne de bir ziyaret gerçekleştirdik. Diğer bir ziyaretimiz TİKA tarafından onarılmakta olan, büyük mutasavvıf Abdülkadir Geylani Hazretlerinin kabrinin de içinde yer aldığı Cami ve külliyeye oldu. Tüm bu eserler Bağdat ile manevi bağlantımızın ne kadar köklü olduğu gösteren  önemli işaret taşlarıydı.
Bağdat ve civarında yatmakta olan çok sayıda İslam büyüğü bu bölgelerle gönül birlikteliğimiz canlı tutan önemli değerlerimiz.

Özellikle ülkenin kuzeyinde PKK’nın varlığı, DEAŞ’in yaptığı zulümlar, çeşitli mezhebi mücadeleler, onlara bağlı yaşanan acıklı olaylar, Saddam Hüseyin’in yönetimine karşı ABD önderliğinde yapılan saldırılar ve sonrasında ülkenin tüm dengesinin bozulması gibi konular Irak adı anıldığında son dönemlerde öne çıkan başlıklardı. Fakat tüm bunlara rağmen daha önemli olan gerçek şu ki;  Türkiye’de doğan Fırat ve Dicle’nin içinden geçtiği Maveraünnehir havzasında Medeniyet tarihimizin önemli olaylarının geçtiği çok önemli bir tarihi hakikatti ve bu hakikatin başka olaylarla gölgelenmesine müsaade edilmemeliydi.

Bahsi geçen toprakların hemen her karışında Hz. Adem’den itibaren gelen Peygamberlerin önemli bölümünün hatıraları bulunuyor. İslam tarihinin hayati olayları yine bu bölgelerde vuku bulmuş. Emirler, alimler, tacirler ve tasavvuf ehlinin önemli bir kısmı bu bölgede medfun olarak ye alıyorlar.

Yabancı Devletlerin askerleri,  danışmanları, üsleri, silahları hepsi bu topraklarda gelip geçici olmak zorunda. Kalıcı olması gerekenler ise bu toprakların yüzyıllardır sahibi olan Müslümanlar ve İslam Medeniyetinin diğer unsurları. Bu gerçeğin daima hatırda tutulması gerekiyor.

Irak sınırları içinde, Bağdat’ın biraz güneyindeki Necef’te Hz Ali’nin kabri, Kerbela bölgesi, Kufe; hepsi başlı başına mühim yerler. Bu seyahatimizde onları ziyaret etmek mümkün olamasa da bizler bu kısa süre içinde ancak Bağdat’ın merkezine yakın bulunan birkaç önemli zatı ziyaret etme imkanı bulduk.

Büyük mutasavvıf Cüneyd-i Bağdadi, Yuşa Peygamber ve Harun Reşid’in çok değer verdiği Behlül Dane’nin kabirleri birbirlerine çok yakın bir bölgede bulunuyorlardı.

Yuşa Peygamberin İstanbul’da ve İslam Dünyasının bazı başka yerlerinde de kabri veya makamı var. Hangisinin hakiki olduğu tam olarak kesin değil. Fakat biz buradaki kabir ziyareti vesilesiyle kendisini anma ve onun kendi döneminde yüklendiği tebliğ faaliyetini tefekkür etme fırsatı bulduk. Mezarlıkların hayatta olanlara kazandırdığı en önemli zenginlik esasında bu tefekkür imkanını sağlamaları ve mevtalar için dua etmeye vesile teşkil etmeleri.

Bahsi geçen zatları ziyaretimizden sonra Ahmet İbn Hanbel’in mezarının bulunduğu yere geçtik. Hanbeli Mezhebi imamının kabrinin bulunduğu bölgenin içler acısı hali ve kabrinin durumu bizleri derinden yaraladı. Irak’ın geçirdiği sıkıntılı sürecin belki de en bariz göstergelerinden biri İmam-ı Hanbel’in mezarı idi.

ABD’nin Saddam karşıtı oluşturduğu koalisyonun ülkede meydana getirdiği yıkım ve yıllar geçse de ülkenin ancak yeni yeni kendine geliyor oluşu bu mezarlıkların durumuna bakarak daha iyi anlaşılıyordu sanki. Bu ziyaretlerde İslam büyüklerine birer Fatiha ikram ederken,  aynı zamanda Irak’ın bir an evvel kendini toplaması ve bu ülkede yaşayan Müslüman kardeşlerimizin selamete ulaşmaları için dua ettik.

ŞEHİTLİK ZİYARETİ

Bağdat’da yaptığımız anlamlı bir başka ziyaret de Türk Şehitliği ziyareti idi. Birinci Dünya Savaşı sırasında bu bölgede şehit düşen 2470 askerimiz adına düzenlenen şehitlikte yatan gençlerimizin doğum yerleri gönül coğrafyamızın genişliğini göstermesi bakımından çok ilgi çekiciydi.

Bambaşka yerlerden gelerek sırf İslam topraklarını müdafaa etmek için canlarını seve seve feda eden bu evlatlarımız bugün de Irak sınırları içinde kalan bu küçücük mekanda  adeta o eski günlerin ihtişamını temsil ediyorlar. TİKA tarafından düzenlemesi yapılmış Şehitlikte özel bir kabristanın varlığı da ayrı bir öneme haizdi.

Sultan Dördüncü Murat’ın Bağdat seferi sırasında şehit düşen 17 Yaşındaki Genç Osman için ayrı bir yer ayrılmıştı. Burada 1638’de şehit düşen Genç Osman’ın hikayesi ve onun adına Kayıkçı Kul Mustafa’nın kaleme aldığı Genç Osman Destanı kabristanın duvarına asılmıştı. Tüm bunları gözyaşları içinde okuduk ve tarihimizde bu tarz nice kahramanımız adına gururlandık.

BAĞDAT DA GÜVENLİK

Son olarak Irak’daki güvenlik meselesi üzerinde kısaca durmakta yarar var. Bağdat seyahatimiz öncesinde bu ülkeye yapacağımız ziyaretin güvenlik açısından çok riskli olduğu tarzında bir hayli uyarı almıştık. Ülkeye girdiğimiz andan itibaren belli bir tedirginliğin olduğunu fark etmemize rağmen bize yapılan uyarıların bir miktar abartılmış olduğu kanaatine sahip olduk. Irak’taki yetkililer ve bizim Büyükelçiliğimiz de aynı kanaati bizlerle paylaştılar. Fakat hissettiğimiz ve bizi üzen husus şu oldu ki bu ülke çok büyük zulümler ve saldırılar görmüş. Şu anda bu sıcak çatışma dönemi kısmen sona ermiş, fakat oluşturduğu menfi tesir sanki alttan alta bir şekilde devam ediyor. Şehirde belli yerlerde kontrol noktaları hala bulunuyor. Otelimize her girişimizde, özel yetiştirilmiş köpekleriyle askerler, araçların içlerini dikkatli bir şekilde kontrolden geçirdiler

Bağdat’tan ayrılırken ise, havaalanında valizlerimizin ve bizlerin farklı noktalarda x ray cihazlarından 7-8 sefer geçmemiz ülkede nasıl bir tedirginlik olduğunu izah edebilir sanırım.
Fakat tüm bunlara rağmen gündüz şehir içi çok canlı.idi. Seyyar pazarlarda insanlar alış verişlerini yapıyorlardı. Yollarda yoğun bir araç trafiği mevcuttu.

Kısa süre içinde çıplak gözle yaptığımız gözleme göre trafikteki araçların tahmini % 60’ının eli yüzü düzgün araçlar olduğunu söylemek mümkün. Kore ve Japon malı araçların ülkede yaygın olduğu göze çarpıyor. Bağdat’la ilgili bu son tesbitlerimiz, ülkenin genel havası ile ilgili okuyanlara kısmi bir malumat verebilir sanırım.

SEYAHATIN AMMAN SAFHASI

Seyahatimizin ikinci ayağı ise Ürdün’ün başkenti Amman idi. Büyükelçimiz Murat Karagöz beyefendi gece geç saatte Bağdat’tan Amman’a geldiğimizde Ticaret Ataşemiz Murat Albayrak ile birlikte havaalanında ilk gördüğümüz kişilerdi. Bizleri  uçağın neredeyse hemen çıkışında karşıladılar. Havaalanında bir salonda, Büyükelçimiz, Ticari Ataşemiz ve Amman Ticaret Odası Başkan Yardımcısı ile birlikte kısa bir sohbetten sonra otelimize geçtik.

Amman’da da ilk güne Büyükelçimiz Murat Karagöz beyin, Büyükelçilik rezidansındaki kahvaltı daveti ile başladık. Büyükelçimiz, Ürdün ile Türkiye’nin münasebetlerinin gelişmesi için büyük gayret sarf eden bir bürokratımız. Olaylara ve ilişkilerin derinliğine layıkıyla vakıf. Ürdün’ün Orta Doğu trafiği içinde çok önemli bir yeri olduğunu fakat bunun yeterince doğru şekilde anlaşılamadığını üzüntüyle belirttiler. Türkiye Ürdün arasında Serbest Ticaret Anlaşmasının  (STA) askıya alınmasının Ürdün ticaret kesiminde de tasvip görmediğinin belirginlik kazandığı bir dönemde, İTO heyetinin ziyaretinin çok önemli olduğunu bizlere gayet net bir şekilde hissettirdiler. Dolayısıyla da bu ziyaretin, yeni bir STA oluşumu için iyi bir hazırlık döneminin başlangıcı olabileceği üzerinde durulmasının gerekliliği açıklıkla ortaya çıkmış oldu.

Kahvaltı sonrası temaslarımızda Büyükelçi Murat Karagöz ve Ticaret Ataşesi Murat Albayrak beyler, ziyaretin öngörülen faydalara yol açabilmesi için ellerinden geleni yaptılar ki bu çabaları ülkemiz ve temsil ettiğimiz ticaret erbabı adına bizleri ziyadesiyle mutlu etti.

Daha sonra hep beraber Amman Ticaret Odasındaki toplantıya geçildi. Buradaki karşılama ve toplantı da büyük bir samimiyet içerisinde cereyan etti. Ürdün’ün Kasım 2018 de iki ülke arasındaki Serbest Ticaret Anlaşmasını askıya aldığı bir zeminde Ticaret ehlinin ve Ürdün’ün en önemli Ticaret Odasının bu yakın tavrı çok ilginç idi. Amman Ticaret Odası Başkanı Halil el-Hac Tevfik ve diğer yöneticiler Ürdün Hükümetinin bu tavrını hiç doğru bulmadıklarını, böylesi bir tavrın iki ülke halkaları arasında var olan sıcak münasebetin ruhuna uymadığını ısrarla vurguladılar. Ayrıca bu tür bir tavrın Türk mallarına büyük ilgi duyan Ürdünlülerin cezalandırılması gibi bir durumu ortaya çıkardığını da belirttiler.

Türk şirketlerinin Ürdün’de iki milyar dolar civarında yatırımı bulunuyor. Bir Türk şirketi olan Gama Holding’in 1 milyar dolarlık harcamayla Ürdün’ün içme suyunu temin eden yatırımı yapmış olması Ürdünlüler tarafından sık sık zikredilen bir husus. Ayrıca Aselsan’ın 2014 yılında bu ülkede fabrika kurması da yine önemli bir gelişme olarak göze çarpıyor. Ülkedeki AVM türü yapılarda birçok Türk markası seçkin yerler almış durumda ve Amman’lılara hizmet ediyorlar.

Ürdün ile Türkiye’nin ticaretinin çapı Irak kadar değil. 2018 yılında bu hacim yaklaşık 1 milyar dolar seviyesine yükselmiş. Serbest Ticaret Anlaşması’nın (STA) iptali sonrası hangi seviyelere düşecek bu konu merak ediliyor. Dış ticarette farkın yaklaşık 1/8 oranında olması Ürdün’lü yöneticilerin sürekli memnuniyetsizliklerine sebep olmuş. STA’nın iptaline sebep olarak bu husus gösteriliyor. Fakat görünen bu sebebin arka planında Türkiye Ürdün ilişkilerinden rahatsız olan bazı çevrelerin yoğun telkinin payının büyük olduğu ısrarla vurgulanmakta.

Bu arada Ürdün’de özellikle halk nazarında Türkiye’ye ilginin büyük olduğu ifade ediliyor. Genel olarak İsrail ile ilişkilerde ve Kudüs meselesinde Türkiye’nin dik duruşu Ürdünlülerin bize hayranlık beslemesine sebep olmakta. Geçen yıl 300 bin civarında Ürdün’lü Türkiye’yi ziyaret etmiş

Burada Ürdün Ticaret Odası’nın en önemli çağrısı Türk iş adamlarının Ürdün’de yatırım yapmaları. Karşılıklı görüşmelerde Şekib bey, Ürdün’lü yetkililere, gelip İstanbul’da İTO’nun desteğiyle Ürdün’deki yatırım imkanlarını anlatmaları çağrısında bulunda. Ürdün tarafı da bu yaklaşıma sıcak baktı. İnşallah sonbaharda bu tarz bir ziyaretin yapılması noktasında niyet beyan edildi.
Ürdün ekonomisi yaklaşık 40 milyar dolar GSMH’ya sahip. Kişi başı gelir 4-4500 dolar civarında. ABD ile Serbest Ticaret anlaşması var. Aynı zamanda Büyük Arap Serbest Ticaret Bölgesi (GAFTA) nın da üyesi. Bu açıdan bu ülkede yatırım yapacak Türk firmalarının hem bölge ülkelerine hem de ABD’ye ihracat yapabilme noktasında önemli avantajları olabilir.

ÜRDÜN’DE TÜRK FİRMALARININ YENİ BİR YATIRIMI

Amman ziyaretinde bir başka önemli olayın bir tür başlangıç kutlaması ve tebrik ziyaretleri gerçekleştirildi. Kendisi de İTO Meclis üyesi olan Levent Birant beyin Gür-sel seyahat adlı firması, eski bir İTO Meclis üyesi olan Umur Basmacı beyin Kent Kart adlı firması, Otokar, Amman Belediyesi ve bazı yerel ortakların beraberce gerçekleştirdikleri Amman şehir içi yolcu taşımacılığı faaliyeti Haziran sonu itibariyle başlamıştı. Bu önemli kamu ve özel sektör ortak yatırım işi dolayısıyla bizler de İTO yöneticileri olarak, üyelerimizi böyle bir işte tercih eden Amman Belediye Başkanı’na bir teşekkür ziyaretinde bulunduk. Türkiye olarak sadece ürün ihracatı değil bu tarz hizmet ihracatı da dış ticaret açısından önemli gelişmelerden bir tanesi.

Amman ziyaretinde satır aralarında gündeme gelen bir diğer nokta da yine Sultan Abdulhamit Han’ın inşaatını başlattığı ve kendi zamanında önemli bir bölümü hizmete açılan Hicaz Demiryolu’nun tekrar ihya edilmesi meselesi oldu. Gerek tren yolları gerekse karayolları ülkeler arasında hem mal taşınması hem de insanlar arasında var olan köprülerin canlı kalması için çok önemli. Hicaz Demiryolu da bu çerçevede yüzyıldan fazla mazisi olan çok önemli bir insiyatif. Bu konu da görüşmelerde altı çizilerek zikredildi. Son gün yapılan Petra ziyareti sırasında Hicaz Demiryolu ile belli noktalarda kesişme imkanı bulduk ki bu hal bile bizde sanki Tarih içinde yolculuk yapıyormuşuz hissi uyandırdı.

Ayrıca Ürdün’ün denize tek bağlantı yeri olan Akabe bölgesindeki liman da bu ülkede çok önemli bir nokta olarak dikkati çekmekte. Orta Doğu bölgesine yapılacak ticarette Akabe limanı bir tarafıyla Süveyş kanalından Akdeniz’e, diğer yanı ile Kızıldeniz üzerinden Hint okyanusuna açılan stratejik konumu ile Ürdün’ün önemini büyük ölçüde arttırmakta. Büyükelçimiz Murat Karagöz bey görüşmelerimiz sırasında bu noktanın ısrarla altını çizerek Ürdün ile ortak yatırım konusunda iş dünyasını ciddi şekilde yüreklendirmemizin ve özellikle Akabe limanının öneminden bahsetmemizin üzerinde durdu ki dikkat çektiği hususlar çok yerindeydi.

Ürdün Irak gibi yorgun ve savaşlarla harap olmuş bir ülke değil. Haşimi krallığının yönetiminde Orta Doğu ‘da kısmen daha gelişmiş ve oturmuş bir görüntü arz ediyor. Havaalanından itibaren ülkede bir nizam ve intizam hemen fark ediliyor. Büyükelçimizin de dikkat çektiği üzere, Batılı ziyaretçiler Orta Doğu bölgesinde herhangi bir ülkeye yapacakları ziyaret öncesi ve sonrasında özellikle Amman’a uğruyorlarmış. Kudüs ziyaretleri öncesinde de en çok uğranılan yer Amman. Amman’daki uluslararası düzeydeki oteller ve bu çerçevede organize edilen mekanların varlığı bahsettiğimiz gerçeği net olarak gösteriyor.

PETRA

Ürdün ziyaretinde son gün güney bölgesindeki Petra şehrine gittik. MÖ 1’nci yüzyıldan itibaren Nebatanlıların ( Yemen’den gelen Arap kabilelerin) ve daha sonra da Romalıların yerleştiği bu bölgenin MS yedinci yüzyıldan itibaren önemini kaybettiği ifade edilmekte. Hem tabii güzelliklerin hem de sonrasında oraya yerleşmiş kavimlerin yaptıkları katkılar ortaya çok ilginç görüntüler çıkarmış. 1800’lü yıllarda bir batılı seyyah  (Johannes Burckhardt) Petra’yı yeniden keşfetmiş ve bu tarihten sonra özellikle Batılı turistler tarafından tarihi bir şehir olarak yoğun ziyaretçi akınına uğramış.

Ürdün’deki temaslarımızda öne çıkan bir diğer nokta da özellikle Osmanlıların karadan yaptıkları Hac ziyaretlerinde Ürdün’ün önemli bir geçit ve ziyaret noktası olduğunun vurgulanması oldu. Ayrıca yine Amman, Kudüs’ün hemen yanı başındaki bir şehir olarak Müslümanlar açısından önemli bir Kudüs yolu hüviyetine sahip.

Biz bu seyahatimizde ziyaret etme fırsatı bulamasak da İslam tarihinde ibretli bir yere sahip olan Lut kavminin helak olması olayının geçtiği Lut Gölü havalisi de yine bu ülkenin sınırları içinde.

SONUÇ OLARAK

Dört günlük seyahatimiz, gerek Ticaret Odaları, gerek Amman Belediye Başkanı gerekse de Şehitlik ve diğer İslam Büyüklerinin kabirlerinin ziyaretleriyle dolu dolu geçti diyebiliriz. Her iki şehirdeki Büyükelçilerimiz ve Ticaret ataşelerimiz bizlere büyük destek verdiler. Kendilerine çok teşekkür ediyoruz. Ticaret Odaları nezdindeki muhataplarımız da sıcak karşılamalarıyla bizlerde sanki öz yurdumuzdaymış hissi uyandırdılar ki bu da seyahatin önemli bir manevi kazanımıydı.

Son olarak şunu ifade edebiliriz ki, bu gezimizde fark ettiğimiz en önemli gerçeklerden biri de tarihe ibret nazarı ile bakmak isteyenler için Orta Doğu coğrafyası çok önemli imkanlar sunuyor. Ne mutlu ibret alabilenlere…

Erhan Erken

Dünya Bülteni; 9 Temmuz 2019

UYGUR KARDEŞLERİMİZLE YAYINCILIĞI KONUŞTUK

Ağustos ayının son haftasında dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin‘in başşehri Pekin‘deki kitap fuarına İTO’nun Basın Yayın komitesinden bir grup arkadaşla birlikte katıldık. Bu fuarda Türkiye “onur konuğu” statüsündeydi. Son yıllarda yurtdışı kitap fuarlarına aktif bir katılım gösteren Türk yayıncılığı, özellikle onur konuğu olduğu ülkelerde kendi birikimini yansıtma açısından önemli bir imkana sahip oluyor. Yayıncılarımız bilhassa son 10 yılda her yıl artan bir şekilde bu etkinliklere ilgi gösteriyorlar.

Pekin Kitap Fuarı’nda da Kültür Bakanlığı 20 yayıncı ve 20 yazarın fuara katılımını sağlamıştı. Onun dışında Diyanet İşleri Başkanlığı, İstanbul Ticaret Odası, Türk Hava Yolları da bu fuara gerek yayınları gerekse de katılımcıları ile renk katmıştı. Okumaya devam et UYGUR KARDEŞLERİMİZLE YAYINCILIĞI KONUŞTUK

ALİYA’NIN MEZARI ADETA HAYATININ BİR ÖZETİ

Uluslararası Saraybosna Üniversitesi‘nin davetlisi olarak Aralık ayının 21’inde Saraybosna’ya üç günlük bir seyahat yaptık. Bu seyahatte bana hanımım ve kızım da eşlik etti.

Rahmetli anneannem Ayşe hanımın 1900’lü yılların başında doğduğu bu kente, onun tanımaya imkan bulamadığı hanımım ve kızım ile birlikte gitmek bizim için ayrı bir heyecan kaynağı idi.

Sabah erken saatte kalkan uçağımız havaalanına indiğinde daha sonra iade etmek üzere bir saat kazanmıştık. Rektör Yücel Oğurlu bey, Hasan Korkut hoca ve turumuzu organize eden Abdulhamit Yıldırım bey, bizleri çok sıcak bir şekilde karşıladılar. Havaalanı yakınlarında ayarlamış oldukları otele yerleştikten sonra zamanı iyi kullanabilmek için hemen toparlanıp şehrin merkezine doğru yola çıktık. Okumaya devam et ALİYA’NIN MEZARI ADETA HAYATININ BİR ÖZETİ

AYRILIKTAN 100 YIL SONRA ATA TOPRAĞINDAYIM !

Mayıs ayının 24 ila 26’sı arasında Selanik Kitap Fuarı’nı ziyaret etmek maksadıyla Osmanlı Rumeli’sinin bu önemli şehrine seyahat ettik. 24 Mayıs Perşembe sabahında, İstanbul’dan ben dahil 4’ü İstanbul Ticaret Odası (İTO) Meclis üyesi ve diğer ikisi de İTO personelinden oluşan kafile ile yola çıktık. Karayolu ile İpsala sınır kapısından geçerek Yunanistan sınırlarına girdik.Mustafa Sarnıç ve İTO heyeti

Gümülcine’den Moğolistan’a atandı büyükelçi olarak

İpsala gümrük kapısından sonra ilk durağımız olan Gümülcine’de Türkiye Gümülcine Başkonsolosluğumuzu ziyaret ettik. Başkonsolosumuz Sn. Mustafa Sarnıç bizleri çok sıcak bir şekilde karşıladı. Yakın bir süre sonra Moğolistan’a büyükelçi olarak gidecek olan Mustafa Bey, Gümülcine’deki Türk ve Müslüman azınlığın meseleleri ve Yunanistan’ın son durumu ile ilgili düşüncelerini bizlerle paylaştı. Bizler de ziyaretimiz ve genel konular ile alakalı kendisini bilgilendirdik.

Sayın Başkonsolos bizlere eşi tarafından hazırlanmış olan çok kıymetli bir kitabı hediye olarak verdi. Esin Sarnıç Hanımefendi Batı Trakya’da Ramazan adıyla güzel bir eser ortaya çıkarmış.

Sadık Ahmet’in çizgisini devam ettiriyorlar

Başkonsolusumuz ile beraberce yediğimiz yemekten sonra, Dostluk, Eşitlik ve Barış Partisi’nin genel merkezine kısa bir ziyaret yaptık. Parti Genel Başkanı Mustafa Ali Çavuş, merhum Sadık Ahmet’in çizgisini devam ettirmek konusunda gayret içinde olduklarını özellikle zikretti.

Gümülcine'de Dostluk Eşitlik ve Barış PartisiDaha sonra yürüme yolumuz üzerindeki Gümülcine Türk Gençler Birliği Lokali’ndeki kardeşlerimize uğrayıp hatırlarını sorduk. 1928 Yılında kurulmuş olan bu birliğin, isminde Türk kelimesi olduğu için Yunan makamlarınca sakıncalı olarak değerlendirildiğini öğrenmek bizleri hayrete düşürdü.

Atanmış müftü ve imamlarla dinî hayata müdahale ediliyor

Gümülcine’deki kısa ziyaretimizde gördüğümüz şu ki, sınırımızdan Karasu bölgesine kadar olan yerde, Yunanlılar azınlık statüsündeki Türklere kısmî bir serbestlik vermiş durumdalar. Camiler açık, minareler ayakta, ezanlar susmamış.

Fakat atanmış müftü ve imamlarla onların dinî hayatlarına müdahale etmeye çalışıyorlar. Halk da atanmış imam ve müftülere karşı sessiz ama içten gelen bir direnç gösteriyor. Bu direncin nasıl bir şey olduğunu sözle anlatmak pek mümkün değil. Bizzat o insanların arasında yaşanarak bu farklılık daha net algılanabilir.

Varlığına izin verilen minarelerin yükseklik ölçüsüne dikkat ediliyor. Türklerin bulundaki bölgelere hizmeti en minimum oranda götürüyorlar. Her saniyeleri kontrol altında. Gümülcine Başkonsolosluğu’na yaklaştığımız andan itibaren bizim bile peşimize takılan iki sivil polis memuru şehri terk edene kadar yanımızdan ayrılmadı.

Gümülcine’de başta Başkonsolosumuz olmak üzere tüm Türkler uyanık ve ne yaptığını bilen insanlar. Anavatandan gelen bizim gibi kişiler onlara moral veriyor ve direnme güçlerini arttırıyorlar.

O kadar yerleşim yerinin adı değişti ama Kavala’nın adı aynı kaldı

Gümülcine’den sonra yola devam eden kafilemiz, İskeçe’yi geçtikten sonra Kavala’ya vardı. Kavala deniz kenarında güzel bir liman ve sayfiye şehri. Şehrin deniz kenarında bir miktar yürüyüş yaptıktan sonra, yüksekçe bir yerinde yer alan kalesini uzaktan seyrettik. Kavala’ya bu benim ikinci gidişim. İlk gittiğimde öğrendiğim bir bilgi bana çok çarpıcı Kavala Kalesigelmişti. Balkanlarda yer isimleri, özellikte Yunanistan’da, tamamen değiştirilmiş.

Kavala’nın isminin değişmemiş olmasının sebebi, Osmanlı’da merkeze isyan eden Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın bu bölgede doğmuş olması imiş. Yunanlı, düşmanı olduğu Osmanlı’ya ihanet edenin ismini ilelebet yaşatmaya önem veriyor.

Fuar alanı daha önce Müslüman mezarlığı imiş

Kavala’da kısa bir süre kaldıktan sonra Selanik’e doğru yola devam ediyoruz. Akşamüstü saatlerinde Selanik’e varıyoruz ve otele yerleşiyoruz. Kısa bir dinlenmeden sonra da Selanik Kitap Fuarı’nın yapıldığı mekana geçiyoruz. Fuar alanı daha önce Müslüman mezarlığı olan bir bölge imiş. Yunanlılar bu mezarlığı ortadan kaldırıp yerine geniş bir sergi alanı kurmuşlar. Bu insanların başkalarının değerlerin saygısı yok denecek kadar az. Her davranışlarında bunu hissetmek mümkün.

Kitap fuarı iki büyük sergi alanından oluşmuş. Birçok ülkedeki kitap fuarlarına göre metrekare olarak daha küçük bir alanda kurulmuş olmasına rağmen Balkanların en önemli şehirlerinden birinde yapılıyor olması bu fuara bizim nazarımızda ayrı bir önem katıyor.

İTO, Selanik Kitap Fuarı’na 3 yıldır stand bazında katılıyor. Geçen yönetim döneminden itibaren başlamış olan yurt dışındaki önemli merkezlerde kültür ve kitap fuarlarına katılım programının gelişerek devam ediyor olması çok önemsediğimiz bir husus. Bu fuarlar farklı kültürlerle doğrudan temas imkanı sağlıyor ve aynı zamanda kendi kültürel Selanik Kitap Fuarı İTO standıve düşünsel birikimimizin yurt dışında sunulmasına imkan veriyor.

İTO’nun standı yine çok güzel ve fonksiyonel bir tarzda dizayn edilmiş. Standda Kültür Bakanlığı’na TEDA projesinin tanıtılması için bir bölüm ayrılmış. Kültür AŞ’nin bazı kitapları da yine İTO standında sergilenmiş.

“Bir tek benim lisanım var” demek istiyor Yunan

İTO dışında fuarda bir de Hizmet Vakfı’nın standı vardı. Yunanca basılmış Risale-i Nurlar kitap okurlarının dikkatine sunulmuştu. Fuarın özellikle çocuk kitapları bölümü çok canlı idi. Ertesi günkü ziyaretimizde yüzlerce çocuğun gruplar halinde fuarda kitapların arasında dolaşması özellikle dikkatimizi çekti. Yayınevleri onlara özel standlar kurmuşlar. Çocukların dikkatle takip ettikleri gösteriler ve programlar düzenliyorlardı.

Fuarda, İTO dışında neredeyse tüm yayınevlerinin kitapları Yunanca. İngilizce kitap bile -bizimkini dışarıda tutarsak- yok gibiydi. Yunanlı şunu demek istiyor: Bir tek benim lisanım var. Benimle kültürel temas kurmak istiyorsan dilimi ve yazımı öğrenmek zorundasın. Fuarı gezerken, Osmanlı Türkçesi’nin dil ve yazı olarak bizim gelişmemize mani olduğunu söyleyenlerin sözlerinin sıhhat derecesini çokça düşünmek fırsatını buldum.

Dışişlerimizin yurtdışı kadrosu artık genç, dinamik ve şuurlu

Seyahatimizin ana hedefi kitap fuarının dolaşılması ve oraya katılan arkadaşlarımıza moral desteği olmakla birlikte bu önemli şehirde birçok başka ziyaret de gerçekleştirdik.

Selanik Başkonsolosumuz Sn. Tuğrul Biltekin bizleri rezidansında kabul etti. Genç, dinamik, meselelere vakıf bir diplomatla karşılaşmaktan dolayı heyet olarak çok mutlu olduk. Daha sonra kendi aramızda değerlendirme yaparken; son dönemde Dışişleri Bakanlığımızın yurt dışı kadrolarında çokça görmeye başladığımız bu dinamik, şuurlu başkonsoloslar ve büyükelçilerin, ülkemizin dış Tuğrul Biltekin ve İTO heyetipolitikadaki aktif duruşunu kuvvetlendiren önemli gelişmelerden biri olduğu konusunda ittifak ettiğimizi beraberce teyit ettik. Ayrıca Selanik Başkonsolosluğu’na 8 ay evvel bir ticari ataşenin atanmış olması da diğer önemli bir gelişme olarak dikkatimizi çekti.

Konsolosluğun hemen yanı başındaki Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu ev de Selanik’te önemli bir mekan. Bir konsolos görevlisi bize evin çeşitli kesimlerinin tarihini ve fonksiyonlarını anlattı.

2. Abdülhamid’in kaldığı Alatini Köşkü’ne uzaktan bakabildik

Küçüklüğümüzde, babamın anneannesi rahmetli Pakize Hanım, bize Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım ile tanıştıklarını anlatırdı. Ondan bahsederken Rumeli aksanı ile “Zübide Molla” derdi. Biz kendisine “niye kendisine ‘molla’ derdiniz” diye sorduğumuzda, “evladım, o zamanlar bizim oralarda okumuş yazmışlara ‘molla’ denirdi” diye cevaplardı. Muhtemel ki bizimkiler de bu bölgeye yakın bir yerlerde otururlarmış. Bu yerleri gördüğümüzde onları da yâd etme imkânı buldum.

Selanik’te Sultan II. Abdulhamid Han’ın hal edildikten sonra sürgüne yollandığı Alatini Köşkü’nün etrafını dışarıdan dikkatlice ve hüzünle dolaştık. Daha önceden cami olarak kullanılan ve şu an ya metruk, ya onarım halinde, ya da kültür merkezi olarak kullanılan camileri içimiz burkularak seyrettik. Koca şehirde bir tane kalmış olan minarenin yakınından geçerken, Türkiye’de mevcudiyeti dikkatimizi bu kadar çekmeyen minarenin önemini bir kere daha teyid ettik.

Regaib Kandili’ni Selanik’in 50-60 metrekarelik tek mescidinde idrak ettik

Selanik’e vardığımız gece Mübarek Regaib Gecesi idi. Fuarda karşılaştığımız Ticaret ataşesi Kemal Bey, Regaib gecesinde Selanik’te mescid olarak kullanılan tek mekânda bir program düzenlendiğini ve başkonsolusumuzun da orada olduğunu bize haber etti. Bu haber gurbette bizim için o kadar önemliydi ki hemen adresini alıp oraya doğru yöneldik.

Bir binanın alt katında 50-60 metrekarelik bir mescide Müslümanlar oturmuş, Kur’an ve Mevlid okuyan hoca efendiyi huşu içinde dinliyorlardı. Dernek başkanı ve TC Başkonsolusu da bağdaş kurmuş, cemaatle birlikte oturuyorlardı. Bu muhteşem manzara bizleri adeta büyüledi. Biz de onlara katıldık. Akşam namazı sonrasında cemaat ile hasbihal ettik.Selanik Kitap Fuarı

Makedonya-Trakya Müslümanları Kültür ve Eğitim Derneği adı ile organize olan bu insanlar, başkanları İsmailoğlu Osman Amca’nın önderliğinde bu mekanda ibadetlerini yapıyorlar. Küçük ama coşkulu bir cemaat. Bize faaliyetlerinden bahsettiler. Çocuklarına dillerini ve dinlerini öğretmek için bu girişimi başlattıklarını anlattılar.

Kısıtlı imkanlarla büyük ve önemli işler yapıyor Selanik’te Müslümanlar

Cuma sabahı, ilk olarak otelimizden çıkarak Beyaz Kule’ye gittik. İzmir’in kordon boyunu andıran kıyıdan yürüyerek vardığımız ve adeta şehrin simgesi olarak kabul edilen bu kule 15. veya 16. yy’larda Venediklilerce inşa edilmiş. Birçok kere yıkılan kule son olarak Kanuni döneminde Mimar Sinan tarafından altı katlı olarak yeniden inşa edilmiş. Osmanlı döneminde bir müddet zindan olarak kullanılan bu eser, 1878’de kapatılarak beyaza boyandığı için bu adla anıldığı söylenmekte. 1985 yılından beri, Osmanlı tarihi hariç, Selanik tarihinin sergilendiği bir müze olarak ziyarete açık olan bu kuleyi dolaştık.

Daha sonra Cuma namazı için bir önceki akşam gittiğimiz mescide gittik. Cuma namazını kıldık. Osmaniye Mescidi adını verdikleri bu güzel mekanın önünde hatıra fotoğrafı çektirdik, cemaatin ihtiyaçlarını dinledik. Türkiye şartlarında pek de önemli görmediğimiz paralarla bu insanların buralarda çok ciddi hizmetler yapabileceğini tespit ettik. Bu tespitlerin aynı zamanda bizler için bir mükellefiyet olduğu fikri ile bu güzel insanlardan ayrıldık.

Daha sonra, Selanik’te kısa bir süre kalacağımız ve hepsini detaylı bir şekilde ziyaret edemeyeceğimiz için tarihî mekanları hızlı bir şekilde dolaşmak kararı aldık:Selanik Osmaniye Mescidi

Selanik’deki ilk cami olan ve 1468 yılında 2. Murat döneminde kumandan Hamza Bey için yaptırılmış Hamza Bey Camii’ni, Alaca İmaret Camii (İshak Paşa Camii)’ni, Yeni Cami’yi,  Bey Hamamı ve Paşa Hamamı’nı sadece dışından görerek Ticari ataşemizin ofisine gittik. Ticari ataşe bizleri Kuzey Yunanistan Yunan-Türk Odası Başkanı ile buluşturdu. İki ülke arasında ne tür ticari irtibatlar kurulabileceğini ve mevcut olanların nasıl daha verimli hale getirilebileceğini müzakere ettik.

Daha sonraki ziyaret noktamız Selanik’in üst kısımlarındaki kale idi. Yedi Kule olarak da isimlendirilen bu mekandan şehri kuşbakışı görmek mümkün. Vakit akşama geldiği için bu bölgede kısa bir dolaşmadan sonra bir yemeklik zaman orada kalarak Osmanlı zamanından kalan binaların arasındaki dar yollardan geçerek şehre indik.

100 yıl sonra ben dedemlerin terk etmek zorunda kaldıkları bölgeye gidecektim

Cumartesi günü sabahtan Selanik’e veda ettik. Yağmurlu bir havada başlayan yolculuğumuzun benim için en önemli kısımlarından biri, dönüş yolumuzdaki Kilkis veya Osmanlı’daki adı ile Avrethisar ziyareti idi.

Aile içinde anlatıldığı kadarıyla baba tarafından rahmetli dedemler bu bölgede otururlarmış. Dedemin babası olan Topal Ahmet Bey’in Avrethisar’da bir çiftliği varmış. Balkan Savaşı patladığında Bulgarlar bu bölgeye doğru gelirlerken dedemler tren yolu ile evlerini terk edip yaklaşık 60 km uzaklıktaki Selanik’e gitmişler.

Balkanlardan çıkışımızın başladığı süreden 100 yıl sonra ben dedemlerin terk etmek zorunda kaldıkları bölgeye gidecektim. Bildiğim tek nokta da orada bir tren istasyonu olduğu idi. Kafiledeki arkadaşlar da benim heyecanıma ortak oldular ve Kilkis’a giderek tren istasyonunu soruşturmaya başladık.

Dedemler her şeylerini ardlarında bırakıp kaçmışlar Bulgar gavurundanSelanik Kalesi

Bir iki temastan sonra Kilkis’in merkezine 3-4 kilometre uzakta Christona denen bir mekanda metruk bir istasyon ve önünden geçen tren raylarının olduğunu bilen bir iki kişi bulduk. Sağanak yağmur altında, şu an boş bir hangar gibi duran metruk istasyona ve önünden geçen tren yoluna ulaştık.

Demek ki rahmetli dedem, kardeşleri ile birlikte aile içindeki anlatımıyla ‘Bulgar gavurundan’ bu istasyondaki son tren ile kaçmışlar. Her şeylerini arkada bırakarak Selanik’e gelmişler. Daha sonra da mübadele ile önce Manisa’ya, daha sonra da 1933’de İstanbul’a ulaşmışlar.

Avrethisar’dan mekanı bulmanın mutluluğu, ama aynı zamanda dedelerimin çektiklerini düşünerek içime dolan hüznü bir arada yaşayarak ayrıldık. Karayolu ile gerçekleştirdiğimiz bu yolculuğu, yaklaşık 550 km olan Selanik-İstanbul yolunu sağ salim kat ederek bitirdik ve şehrimize vasıl olduk.

Osmanlı’nın son dönemleri hüzünlü mübadele ve göç hikayeleriyle dolu

Osmanlı’nın son dönemleri hakikaten çok hüzünlü olayları barındıran bir zaman dilimi. Bizim ailenin yaşadığı tipteki mübadele ve göç hikayelerini bir çok ailede bulmak mümkün. Osmanlı’nın terk etmek zorunda kaldığı bölgelerde ise yüz yıl sonra bile henüz sıhhatli ve adaletli bir denge kurulabilmiş değil.

İnşallah bu geçirilen hüzünlü devirler daha adaletli bir dünya kurulabilmesi noktasında tüm milletler için ders olur.

ERHAN ERKEN

Dünya Bizim 28.Mayıs 2012Avrethisar İstasyonu

SEFERNAME-İ OXFORD

Aralık ayının üçüncü haftasında hanımla birlikte, ziyaret için Londra’nın yakınlarındaki Oxford’a gittik.

Oxford Londra’ya yaklaşık 80 km uzakta, neredeyse tamamiyle eğitim için organize edilmiş bir kasaba hüviyetinde. Bu kasabada neredeyse her şey eğitime odaklanmış vaziyette. Evler, pansiyonlar, alış veriş mekanları, ortak kullanıma açık yeşil alanlar, kütüphaneler,  vel hasıl hemen her şey…

Oxford Üniversitesi 40 kadar müstakil kolejden meydana gelen, tabii bu arada ortak kullanım alanları da bulunan bir eğitim mekanı. Çoğu, yüzyılı geçkin mazisi bulunan bu kolejler farklı alanlarda ihtisaslaşmış. Lisans eğitimi verenler olduğu gibi sadece lisansüstü çalışmalara odaklananlar da var.

Hemen hemen hepsinin dış yüzleri taş yapı ve iç avlularında insanı rahatlatan yemyeşil alanları bulunuyor. Daha modern birkaç tanesi hariç bu yapı stili kolejlerin mimarisine hakim.  İçlerinde kütüphaneleri, chapel diye adlandırılan küçük kiliseleri, öğrencilerin barınacakları yurtları, sınıfları ile bizim Osmanlı medreselerini andırıyorlar.

Kolejlerin duvarlarında o mekanlara hizmet etmiş kişilerin adlarının yazılı olduğu levhalar ahde vefanın güzel bir örneği olarak yer alıyorlar

Geleneği olmayanın geleceği olur mu?

İngiltere’ye gittiğinizde hava alanından çıktığınız andan itibaren trafiğin sol taraftan işlemesi ve taşıtların direksiyonlarının sağ tarafta olması çok belirgin bir farklılık olarak göze çarpıyor.

Caddelerden geçerken çocukluktan itibaren bize öğretilen; önce sola, sonra sağa, sonra tekrar sola bakacaksın klişesini hemen unutmanız ve kendinizi yeni baştan formatlamanız gerekiyor. Önce sağa, sonra sola, sonra tekrar sağa bakmanız gerek,  yoksa maazallah başınıza çok iş açılabilir.

Osmanlı Türkçemizin sağdan sola yazılmasından dolayı çağdaş dünyanın gerisinde kalırız diye bize öğretilen bilgiyi burada yeniden tefekkür etmeye çalıştım. Bu İngilizler neredeyse tüm dünyaya meydan okuyarak trafik akışlarını ters (! ) yapmaya devam ediyorlar ama hiç de geride ( ! ) kalmıyorlar. Onlar kendi gerçeklerine ve geleneklerine sımsıkı sarılınca diğerleri de onlara uyum sağlamaya gayret ediyorlar.

Otomobil üreten ülkeler,  İngilizlere araba satabilmek için direksiyonları mecburen sağa tarafa koyuyorlar. Tabii sadece İngiltere’ye değil İngiliz Milletler topluluğuna bağlı ülkelere de aynı uygulama devam ediyor.

İngiltere’de buzdolabı kapakları bile ters (!) açılıyor.

Geleneğin önemi burada daha bir net görünüyor. Ölçü birimleri, bina tipleri, yollar v.s her yer tarihine bağlı olmakla adeta iftihar ediyor.

Yabancı bir mekanda belli bir süre kalmak, karşılaştığınız bir çok konu üzerinde etraflıca düşünme fırsatı veriyor insana.  Muhafazakar çevrelerde sıkça telaffuz edilen ve gençliğimizden beri bize öğretilen; ‘Batının tekniğini alalım fakat ahlakını ve yaşam biçimini almayalım’ deyişinin de pek anlamı olmadığını bir kere daha hissediyorsunuz buralarda.

Basit bir örnek vermek gerekirse; Lavaboda eliniz yıkarken iki ayrı batarya bulunuyor. Birinden sıcak diğerinden soğuk su akıyor. Ya eliniz veya ayağınız yanıyor veya buz gibi suyla üşüyorsunuz. Ilık su ile temizlenmek için lavabonun giderini tıkamanız ve biriken ılık suyu kullanmanız gerek. Peki  ilk temasdan sonra bu su temiz kalır mı?

Maalesef hayır…

Bizim geleneğimizde, ki bu dinden gelen bir husustur, ancak akarsu temizleyicidir. Lavabonuz ve bataryalarınız kendi anlayışınıza göre olmalı. Yani düşünce ve inanç biçiminiz ile ürettiğiniz teknoloji çok bağlantılı. Birini alırsanız otomatikmen diğeri de peşinden geliveriyor. Bu basit örneği hayatın her alanına taşımak mümkün.

Ya tuvaletler… Taharet musluğunun önemini fark etmeleri için bu batılılara hangi ilmihal kitabını okutmamız gerekecek? İlmihalsiz anlamaları mümkün olamayacak mı musluksuz tuvaletin ne kadar pis olduğunu? Su olmadan insanın tuvaletten sonra temizlenmesi mümkün müdür? Onun cevabı da elbette koca bir hayır!

Yabancı diyarlarda yaşasın pet şişe veya ibrik… Her şeyi çözüverdiği iddiasındaki Batılı kendi vücudunu temizleyemiyor. Kötü kokuları gidermek için parfüm şart…

Her şey eğitim için

Oxford’un güzel yanı öğrencilerin kendilerini geliştirebilmeleri ve ilme odaklanabilmeleri için neredeyse her şey düşünülmüş.

Sakin, yeşili bol, insanların kurallara uyma noktasında çok titiz davrandıkları, birbirlerinin yüzlerine tebessümle baktıkları bir ortam. Kabul edildiği bir koleje kayıt yaptıran öğrenci kendisine lazım olan tüm mekanlara elindeki kartla rahatlıkla girebiliyor, sağlık hizmeti alabiliyor. Bir bisikleti varsa,  ihtiyacı olan her tarafa rahatlıkla gidebiliyor. Her yer dümdüz ve herkesin takip edeceği yollar ve yerler belirlenmiş.  Yayalara bizde alışık olmadığımız kadar saygı gösteriliyor. Gerçi bu hal neredeyse bir çok Avrupa ülkesinde rastlanabilecek güzel bir ayrıntı.

Oxford ve çevresinden bazı manzaralar

Bir haftalık sürede kasabanın içinde ve çevresinde bir çok yere gidebilme imkanı bulduk. Bu sürede bir günümüzü oğlumuzun bir arkadaşının rehberliğinde Oxford’un bazı çevre köylerini gezerek değerlendirdik.  Bunlar arasında, ünlü İngiliz siyaset adamı Churchill’in doğup yaşadığı Woodstock ve içinde yer alan Bleinheim Palace çok ilginç bir mekan. Yemyeşil bir tabii çevre içinde muhteşem bir malikane. İnsanın burada filozof olmaması adeta imkansız gibi görünüyor.

Oxford’un yakın çevresindeki güzel yerlerden biri de Bourton On The Water köyü. Asırlara meydan okuyan binaları ve nefis tabii manzarasıyla bizleri bir hayli etkiledi. Köyde yaşlı nüfus çok fazla. İhtiyarlar güzel mekanlarda fakat yalnız yaşıyorlar. Bahçe içindeki evlerin önünden geçerken şayet gözünüz evin kapısında bir yaşlıya takılırsa o gözlerdeki muhabbete hasret bakışları fark etmemeniz mümkün değil. Vaktiniz varsa bu kişilerle uzunca bir sohbet yapabilirsiniz..

Oxford’da ziyaret ettiğimiz diğer bir mekan da Oxford İslamic Center. Merkezde iki binada hizmet veren bu kuruluş, içinde Türkiye’nin de bulunduğu birkaç Müslüman Ülkenin destekleri ile faaliyet gösteriyor. Araştırmacılar için küçük odaları, seminer salonları ve Mescidi ile kasabanın ortasında adeta bir nefes alma yeri. Son birkaç senedir daha büyük bir alanda yeni bir yapı oluşturulmaya çalışılıyor. Henüz hizmete girmeyen bu Mescit ve binalar bitince İslamic Center’ın daha fonksiyonel bir yapıya bürüneceğine inanıyor Oxford’daki Müslüman öğrenciler ve araştırmacılar

Oxford’da iki müze

Kasaba’da kurulmuş olan iki adet Müzeyi de hızlıca ziyaret etme imkanı bulduk bu bir haftalık sürede.

Bunlardan biri farklı farklı ülkelerdeki hayvan örneklerinin sergilendiği  Natural History Museum bir hayli ilginç. Tarihte var olduğu ifade edilen dinazorlarun iskeletleri, girişte sizi tüm heybetiyle karşılıyor. Müzenin diğer bir tarafında birçok ülkeden getirilmiş olan çeşitli sanatlarla ilgili örnekleri de görmek mümkün

Bir diğeri de Ashmolean Museum adlı Müze. Dünyadaki farkli bölgelerden ve farklı medeniyetlerden çeşit çeşit eserlerin sergilendiği bu Müze, hakkıyla gezilmesi için en az bir tam günü gerekli kılan bir yapı. Vakit darlığından biraz hızlı dolaştığımız Müze, hakkını tam veremediğimiz inancıyla ayrıldığımız bir yer oldu bizim için.

Cami kapısından ayrılamayan Müslümanlar

Cuma namazı için Pakistanlıların yaptırdığı bir Camii’ye gittik. Oxford’daki Müslümanlar Cuma günü birbirlerini hasretle kucaklıyorlar namazdan sonra. İstanbul’da namaz bitince hemen çıkıp işlerine koşturan insanların yanında, burada yağmura rağmen insanların Cami kapısından bir türlü ayrılamamaları bana çok enteresan geldi,

Cuma sonrası Teksas doğumlu ve sonradan Müslümanlığı seçen Mustafa kardeşimizin refakatinde kasabanın

biraz dışındaki OLD MERSTON denen mahalleye gittik. Eski İngiliz evlerinin tipik örneklerinin yer aldığı bu bölgede, sağanak yağmur altında adeta tarihte bir kısa gezinti yaptık. Yüksek damlı tek veya iki katlı bahçeli evleri, tipik bir kilise ve mahalle mezarlığını ve dar sokakları geçerek gezimizi tamamladık. Rehberimiz Mustafa, not tuttuğumu görünce ‘sefernameme’ katkı olsun diye bir çok evin önünde durup resim çekmemi teşvik etti. Gazzali’de Eğitim yaklaşımı konusunda doktora yapan bu Şazeli dervişi, daha sonra gittiğimiz ve mükemmel bir misafirperverlik gösterdiği hanesinde, dünyanın dört bir yanından topladığı konusuyla ilgili orijinal belge ve kitapları bizlerle paylaştı.

Dünyanın farklı noktalarında hakikatin peşinde koşan farklı milletlerden insanları görmek, bir çok yanlışın yaşandığı dünyamızın içinde güzel örnekler olarak bizlere büyük moral verdi.

Cuma gününün gecesi çok ilginç bir Mevlid programına da katıldık. Asya Kültür Merkezi adlı bir mekanda, Müslümanlar akşam saatlerinde toplanarak bir taraftan Siyer okuyorlar aralarda da okudukları konulara uygun bizdeki Mevlid’e benzer ilahiler söylüyorlardı. İsmine Mevlid deseler de bir tür Siyer dersiydi katıldığımız program.

Hanımlar ve erkekler üst katta bu organizasyon içindeyken başka birileri de bir alt katta, onların küçük çocuklarına yönelik bir başka program yapıyorlardı. Programa gelenler evlerinde hazırladıkları nevaleleri getirmişler ve okumalar bittikten sonra onları topluca yedikten sonra evlerine dönüyorlardı..

İnsanlar hem hoşça vakit geçiriyorlar hem de beraberce bir şeyler öğreniyorlardı. Eğitim açısından değişik bir tecrübeydi.

Bir hafta içinde bu tarz bir iki programa daha davet edildik. Katıldıklarımızda şöyle bir şey dikkatimizi çekti. Programlar yaklaşık 2 saate göre ayarlanmış. Saatinde başlıyor ve fazla uzun sürmeden bitiyor ve herkes geldiği yere dönüyor. Başlangıç ve bitiş saatleri belli..

Ev okulları

Oxford’daki bazı Müslüman öğrenciler, araştırmacılar ve hocalar, kendi çocukları için ev okulları düzenlemişler. Çocukların, inandıkları değerlere göre yetişebilmeleri için içlerinden kim bir konuda uzmansa çocuklar onların evlerine derse gidiyorlar. Bu eğitimlerin yapıldığı bir evde gördüğümüz bir duvar yazısı bizim bir hayli dikkatimizi çekti.

‘HAFIZLIK KURALLARI’ diye başlayan bu metinde çocukların ağzından;

dikkatli dinleyeceğimize,

birbirimize yardım edeceğimize,

birbirimize yüksek sesle seslenmeyeceğimize

kibar olacağımıza,

utangaç olmayacağımıza,

kendimize güveneceğimize,

duyarlı olacağımıza.

Söz Veriyoruz diye yazıyordu..

 

Basit olmasına rağmen hem şekli hem de içeriği çok güzel bir kurallar manzumesi olarak örnek alınabilecek mahiyette bir duvar yazısı idi.

Bir haftalık Oxford seyahati gurbette evladına ve gelinine misafirliğe giden bir babanın ayrılırken yaşadığı tatlı bir hüzün ile noktalandı.

Onları Allah’a emanet ederek ve hanımı bir hafta için daha oralarda bırakarak İstanbul’a döndüm

 

Erhan Erken

Dünya Bizim 02.01.2012

 

VİYANA’DA DESTAN YAZIYORLAR!


Türkiye’de yüksek öğrenim görme şansı bulamayıp da Viyana’ya giden öğrenciler, zahmetin nasıl rahmete döndüğünün bir örneği.

 

Viyana bizim tarihimizde çok önemli bir şehirdir. Tarihî kaynaklardan öğrendiğimize göre, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu 1673 tarihinde Viyana’yı kuşatmış ve zafere çok yakın bir noktaya kadar gelmişken toplanan Haçlı ordusunun yardıma gelmesi ile iki ateş arasında kalmış ve büyük bir bozgun yaşanmıştı. Bu tarihten sonra Osmanlı, Avrupa karşısında psikolojik bir gerileme dönemine girmişti. Viyana bozgunu sonrası geri çekilme sırasında çok sayıda ganimet bırakılmış ve onbinlerce insanımız Avrupa topraklarında esir olarak kalmıştı.

Avusturya ve Viyana tarihinde de Osmanlı kuşatması ve geri çekilmesi çok önemli izler bırakmış. Bugün Viyana’nın birçok noktasında bu savaşın izleri açık olarak görülmekte, Viyana ve Avusturya halkı için bu olay adeta bir milat gibi değerlendirilmekte. Tarihimizde bu denli önemli bir yer tutan Viyana’da bugün yaklaşık 80000 civarında Türk vatandaşı yaşıyor. Bunların bin civarı da yaklaşık 10 yıllık bir süreçte buraya okumak için giden gençlerimiz.

Dedelerimizin hüzünle terk ettikleri topraklarda okuyorlar

Bilindiği üzere 28 Şubat sürecinden sonra üniversite seçme sınavlarında uygulamaya başlanan katsayı hesaplaması dolayısıyla, özellikle imam hatip lisesi mezunları hak ettikleri fakülteleri kazanamaz bir duruma düştüler. Ayrıca hukukî alt yapısı olmayan başörtüsü yasağı dolayısıyla genç kızlarımızın bir bölümü de üniversitelere tesettürlü olarak devam edemez oldular.

Önce bu gençlerimiz için vakıf üniversitelerinde okuyabilme imkânları araştırıldı. Bu noktada da dolaylı engellemeler ortaya çıkınca bir grup hayırsever insanın girişimiyle arzu eden başarılı gençlerin Viyana’da okuyabilmeleri imkânı ortaya çıktı. 2000’li yılların başlarında ilk öğrenci grubu Viyana’ya gitti. Ülkelerinde aslında hak ettikleri fakültelere giremeyen bu gençler, dedelerimizin hüzünle terk ettiği Viyana topraklarında üniversiteye kabul edildiler.

On yıl içinde 1200 civarında gencimiz bu ülkede üniversite eğitimi gördüler ve halen görmeye devam ediyorlar. Mezun olanlar, yüksek lisans ve doktorasını yapanlar, okullarını bitirip iş ve akademi dünyası içinde çalışmakta olanlar, evlenip yuva kuranlarla birlikte orayı yurt edindiler, hayatın içinde önemli bir yer tuttular.

Oradaki çocukları her şeyleri ile ilgileniyorlar

Viyana’daki bu on yıllık serüvenin odak noktasında WONDER adlı bir dernek var. Başkanlığını Yusuf Kara’nın üstlendiği bu dernekte Yusuf Bey ve hanımı Nadire Kara, genç kardeşleriyle birlikte onların her meselesi ile ilgileniyorlar. Kendi çocuklarıyla beraber bu 1200 gence de adeta analık, babalık, ağabeylik ve ablalık yapıyorlar. Organizasyonlara nezaret ediyorlar, Türkiye ile Avusturya arasında adeta mekik dokuyorlar. Gençlerin, yemeleri, içmeleri, barınmaları, okullara yerleşmeleri, ilerleyen yıllarda evlenmeleri, coşkuları, sevinçleri, üzüntüleri, hayal kırıklıkları, sevdaları ve sair her şeyleri ile meşgul oluyorlar.

Kızlar ve erkeler için yurtlar ve öğrenci evlerinden müteşekkil bu geniş aile, WONDER dışında 12 adet ayrı dernek kurmuş. Dernekler tamamen fonksiyon bazında organize olmuşlar. Doktorların, mühendislerin, sosyal bilimcilerin hepsi kendi alanlarında faaliyet gösteriyorlar. Ayrıca Avusturya’da yaşayan Türklerin çocuklarına hizmet veren imam hatip türü bir okul da kurmuşlar, “Kubbe 6” adlı bir yuva bile işletiyorlar. Dergiler, internet üzerinden yaygın bir yayın çalışması, sergiler, toplantılar, sadece Avusturya içinde değil, bütün dünyaya yayılmış gezi faaliyetleri…

Gidip de görünce…

Viyana’da müthiş bir aktivite var. Yıllardır İbrahim Solmaz dostumuzdan duyduğum ve nerdeyse bütün safhalarını uzaktan takip ettiğim bu çalışmanın bu kadar canlı, üretken ve geniş boyutlu bir noktada olduğunu kavrayamamış olmaktan dolayı derin bir üzüntü duyduğumu itiraf etmeliyim. Şuna kuvvetle inandım ki insanın daha iyi kavrayabilmesi için bazı şeyleri bizatihi kendi gözleri ile görmesi gerekiyormuş.

Eylül ayının son haftasında, İstanbul Ticaret Odası heyeti ile birlikte Viyana Ticaret Odası ve çevresindeki eğitim kurumlarını tanımayı amaçlayan bir seyahat vesilesiyle Viyana’ya gittik. Bu iki günlük seyahat sırasında WONDER’e de uğramak ve buradaki gençler ile beraber olmak imkânını bulduk.

İTO heyetinin yanı sıra T.C. Viyana Büyükelçisi de bizlerle beraber oldu. Okulların henüz açılmamış olması dolayısıyla öğrencilerin hepsi Viyana’ya dönmemişti. Ancak bir bölümü akşam yemeğinde bizlerle birlikte idi.

Gurbet elde yabancı dil bilmeden

Haksız uygulamalardan dolayı vatanlarından uzakta tahsil hayatlarına devam etmek zorunda olan bu gençlerin hali bir yandan yüreğimizi derinden yaralarken, diğer yandan da azmin elinden hiçbir şeyin kurtulamayacağını gösterdikleri bu anlamlı tablodan dolayı da gözümüzde ve gönlümüzde adeta bir efsane gibi büyüdüler.

Düşünebiliyor musunuz, henüz liseyi yeni bitirmiş gençler, Anadolu’nun dört bir yanından çıkıp gurbet diyarlarına gidiyorlar. Birçoğunun yabancı dili hiç yok. Birçoğu o zamana kadar büyük şehir bile görmemişken Viyana’ya gidip orada yüksek tahsil yapıyorlar. Bu gençler ve aileleri hakikaten önemli bir cesaret örneği gösteriyorlar. Gençlerin % 40 kadarı hanım kızımız, % 60 kadarı da erkek yavrularımız…

Yusuf Bey, hanımı ve onların çevresindeki isimsiz kahramanlar da bu ana kuzularının evlerini, yurtlarını ayarlıyorlar, masraflarını kendi kazançlarından ayırdıkları paralarla sağlamaya çalışıyorlar, hiç tanımadıkları bu mağdur memleket evlatlarının yetişmesi için uğraşıyorlar.

Peki niye?

Bir grup müstemleke aydınının sinsice hazırladıkları katsayı engeli ve hukuksuz başörtüsü yasağı ile tahsil hayatlarının önüne duvar örülmeye çalışılan bu gençlerin yetişmeleri ve ülkeye faydalı olabilmeleri için. Birileri ülkenin gençlerinin gelişmesi için ayırımcılık yapıp yolları tıkıyor, diğerleri bin bir fedakârlıkla tıkanan yolları açmaya çalışıyor ve bu arada gereksiz bedeller ödüyorlar.

Tabii gereksiz derken Yüce Allah’ın kader adlı büyük programında gereksiz diye bir şeyin olmadığını da hesaba katmak gerekiyor. Belki biz aciz kullar için gereksiz gibi görünen bazı şeylerin içinde hesaplanamayacak hikmetler saklı olduğunu da bu vesile ile bir defa daha görmek imkânı hâsıl oluyor.

Çekilen bunca zahmet karşısında hiç hesaplanamayan büyük rahmetler doğuyor. 1200 gencimiz uluslararası standartlarda eğitim görüyorlar, birkaç yabancı dil öğreniyorlar, dünyaya açılıyorlar, gurbet diyarındaki vatandaşlarımızın çocuklarının eğitilmesi için gönüllü kurumlar oluşturuyorlar, Avrupa üniversitelerinde hocalık yapıyorlar ve daha niceleri…

Viyana seyahatimizde gerçekleştirdiğimiz bir WONDER ziyaretinin bizde uyandırdığı duygu ve düşünceleri ifade edebilme sadedinde kaleme aldığım bu yazıyı bitirirken, bir noktayı daha zikretmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Seyahat sırasında bizimle olan T.C. Viyana Büyükelçimizin sergilediği tavırlar ve yaptığı konuşmalar tüm heyet açısından büyük bir moral kaynağı oldu. Büyükelçimiz, gurbet diyarında öğrencilerimiz için müşfik bir baba, geniş ufuklu bir aile büyüğü üslubunda kuşatıcı ve yüreklendirici konuşmalar yaptı. Türkiye’de bir kesim tarafından vebalı muamelesine maruz kalmış bu gençlerimize yabancı ülkede sahip çıkacak devlet büyüklerinin olduğunu görmek ülkemizin geleceği açısından hepimizi mutlu etti.

WONDER örneği, zahmetle başlayan bir serüvenin rahmete dönüşmesini gösteren önemli bir başarı hikâyesi. Allah bu hikâyede yer alan tüm gençlerimizin bahtlarını açık etsin. Onlara yardım eden insanlarımıza iki cihanda sıkıntı göstermesin. Bu hikâyenin oluşmasına sebep olan müstemleke aydınlarımıza da hakikatları en kısa zamanda görebilecek basiret nasip etsin.

Amin.

ERHAN ERKEN

05 Ekim 2010 Salı

 

 

ALİYA İZZETBEGOVİÇİ ANARKEN VE ARARKEN

Yahya Kemal’in bir sözü beni çok etkiler.

Büyükelçi iken bir gün ona sorarlar. Sizin ülkenizin nüfusu ne kadar?

O zamanlar Türkiye’nin nüfusu en fazla 20 milyon civarında.

Üstad cevap verir; 80 milyon.

Muhatapları şaşırır; Amma yaptın, peki nerede bu insanlar?

Cevap çok manidardır. Biz sadece yer üstündekileri değil toprak altındakileri de sayarız da ondan.

Bizim medeniyetimizde mezarlıkların ayrı bir yeri vardır.

Eski kabristanlar hep şehrin içindedir. Bazen mahallenin hemen ortasında, bazen sokağın kenarındaki mescidin bahçesinde…..

Hayat ve memat iç içedir.

Ölüler mezarlıklar kanalıyla dirilere sürekli vaaz verirler.

Bu duyguları bir kaç  sene evvel Saraybosna’ya gittiğimde de hissetmiştim.

Eski çarşıdan çıkıp tatlı bir yokuştan tırmanınca önümüze çıkan şehitlik aynı duyguların içimde uyanmasına sebep olmuştu.

İnce bir kalem gibi bembeyaz uzanan mezar taşları. Altlarında yatan gencecik çocuklar, yaşlılar, hanımlar, erkekler.

Hepsi Bosna’daki hain saldırılarda şehit düşmüş kardeşlerimiz.

Fakat onların mezar taşlarından etrafa yayılan vakarlı duruş, papatya tarlası gibi görüntü, toprak altındakilerin durumunun belki toprak üstündekilerden çok daha güzel olduğunu insanlara anlatıyordu.

Bu bembeyaz ve incecik mezar taşları arasından biraz daha yukarı çıkıldığında görülen daha büyükçe kabristanda ise bambaşka bir heybet vardı.

Belki madden çok büyük, çok süslü değildi.

Dünyanın bir çok ülkesindeki Devlet başkanlarının kabirleri gibi ihtişamlı, sanat eseri hüviyetinde de değildi.

Fakat bu kabirde başka bir ihtişam vardı.

Başında bekleyen asker hiç  hareketsiz duruyordu. Sadece eli kalbinin üstünde, sen bizim içimizde, yüreğimizdesin diyor gibiydi.

 

Başında Fatiha okurken bu güzel insanın sadece ülkesi için değil, ülkesinden de öte İslam alemi için kutlu bir direnişin nasıl olacağını, nasıl olması  gerektiğini anlatan bir yanı olduğunu hissetmiştim.

Kabri kendi gibi sade ve kibardı.

Fakat bu sadeliğin altında yine kendisinde olduğu gibi bir derinlik, bir bilgelik vardı.

O kabir mi öyleydi yoksa ben mi zihnimdeki, muhayyilemdeki Aliya’yı öyle görmek istiyordum bilinmez. Ama bu kabir bende o gün bu duyguları uyandırmıştı. Rahmetli Aliya’nın ölüm yıldönümünde bugün de aynı hisleri duyuyorsam demek ki mekanlar ve duygular arasında çok ince ve izah edilmesi imkansız bağlantılar mevcut.

Rahmetli Aliya İzzetbegoviç, halkıyla özdeşleşen, Medeni(!) batılıların gözleri önünde katledilen kardeşlerine moral aşılayan, stratejik düşünce ve iç derinliği aynı anda kendi varlığında birleştirebilen bir insandı, bir liderdi.

Zulme boyun eğmedi, kendisine zulum yapanlara bile merhametli davranılmasını telkin etti.

İslam dünyasının Batı’daki en uç noktasının kaybedilmesinin tüm İslam Dünyası için büyük bir tehlike olduğunun farkındaydı. İslam Dünyasını da bu düşünce etrafında derleyip toplamaya, uyanamayanları uyandırmaya çalıştı.

Allah’ın izniyle başardı  da.

Vazifesini yapmak için gayret sarf eden ve muvaffak olan bir lider olarak ruhunu teslim etti ve inşallah kendi imtihanını başarıyla verdi.

Aliya’nın bu serüvenindeki samimiyet, eminim ki onun bu sade kabrinin her yanına sinmişti.

Oraya ziyarete giden herkes de yine eminim ki bu sadeliği, bu samimiyeti, bu azmi, ama  aynı zamanda da manevi ihtişamı hissediyor.

Allah Rahmet eylesin

Nur içinde yatsın….

ERHAN ERKEN

2009 DÜNYA BİZİM

LONDRA’DA GENÇLERLE!

Gurbet yerde, hele de bu gurbet yabancı bir ülkenin şehri ise insanın kendi vatandaşları ve dindaşları arasında bulunması bambaşka güzellikte bir duygu.

Geçen hafta İngiltere’ye kısa bir seyahat gerçekleştirdim. Londra ve Oxford arasında geçen üç günün en hoş birkaç saati de Londra’daki Türkyar’da geçen saatlerdi.

24 saatlik bir çay hasretinden sonra Türkyar’da Salih’in hazırladığı tavşankanı çay, ancak tiryakilerin hissedebileceği bir mutluluğu yaşattı bana. Elimde koca bir bardak çay ve etrafımdaki gencecik ilim taliplilerinin çevreye yaydığı pozitif havanın ortasında keyifle etrafıma bakınıyordum. Konuşmayı seven bir insan olmama rağmen o gece etrafımdakilerin konuşmalarını dinlemek bana müthiş bir zevk verdi.

 

Uzun dönemli hedefler

Salih, London School Of Economics’de yüksek lisans yapmak için orada. Lisans sırasında iki fakülte bitirmiş ve LSE’den burs alarak okuyor Ali, Oxford’da da tarih doktorası yapıyor. Cihat, sinema alanında doktora çalışmalarından bahsediyor, Ahmet, dil öğrenmek ve sonrasında yüksek lisans için Londra’ya gelmiş. Mehmet Orta Anadolu’da İlahiyatı bitirdikten sonra yüksek lisans yapma niyetiyle gelmiş ve dil kursuna yazılmış… İskender edebiyat ve dil alanında başladığı doktorasının detaylarını anlatıyor. Abdulhamit içlerinde en büyükleri. Doktora sonrası yapmakta olduğu çalışmalarının son günlerinde.

Birbirlerini Türkiye’den de tanıyan bu gençler, aralarında kendi çalışma alanlarıyla ilgili hummalı bir sohbetin içindeler. Uzun dönemli hedefleri var. Yapmakta oldukları çalışmalarının sonrası ile ilgili fikir alış verişleri çok üst düzeyde.

Ben ise sadece dinliyorum… Onlara göre yaşı bir hayli ilerlemiş bir ağabeyleri (belki de amcaları) olarak mevzuya karışıp bu tatlı sohbeti bozmaktan adeta korkuyorum. Bizim yaş dönemi için geçmiş günlerde yapmış olduğumuz çalışmalar daha önemli. Fakat onlar istikbale odaklanmışlar.

 

Yararlı cümleler

Şu kütüphaneye gittin mi? Falanca makaleyi görmüş müydün? Doktora sonrası bu alanda bayağı boşluk var onu düşünsen faydalı olur… tarzı cümleler bu gençlerin ileride inşallah çok yararlı konumlara varacakları ile ilgili insanda kuvvetli bir his uyandırıyor…

Evet evet, Türkiye’yi hakikaten güzel günler bekliyor.

 

Dünya üzerine yayılmış güzel gençler!

Bir ara şunu düşünüyorum. Türkyar’da devam etmekte olan bu sohbetin bir benzeri ABD’nin herhangi bir eyaletinde veya Avusturya’nın bir şehrinde veya Almanya’nın bir üniversitesinin yurdunda, benzer bir tarzda fakat farklı gençler arasında da cereyan ediyor. Bu gençler bu yerlerde keyif çatmak, eğlenmek, günlerini gün etmek için değil, memleketlerine ve ait oldukları medeniyete faydalı birer insan olmak için bulunuyorlar. Saygı duyulacak güzel bir iş yapıyorlar… Yaşıtları bambaşka ortamlarda, dünyevi zevklerin doruklara çıktığı mekânlarda adeta kendilerinden geçmiş bir şekilde tepinirlerken bunlar oturmuşlar, ciddi konularda müzakere ediyorlar.

Birbirinizle bağlantıyı koparmamak önemli!

Bir ara dayanamayıp lafa karışıyorum.

Diyorum ki; Aman aranızdaki bu münasebeti devam ettirin, hep canlı tutun. Allah ömür verirse 15-20 sene sonra sizler bu ülkenin önemli yerlerinde bulunacaksınız. Sağ olana hayat çok hızlı geçiyor. Heybelerinizi iyi doldurursanız ve tabii ki birlik ve beraberliğinizi muhafaza ederseniz istikbalde ülkenin ve insanlığın daha iyi bir noktaya gelmesinde ciddi katkınız olacaktır. Tek tek çok önemli olabilirsiniz fakat birbirlerinizle bağlantılı olarak yapacağınız çalışmalar tıpkı uyumlu bir orkestradan çıkan sesin ve müziğin dinleyenlerde uyandırdığı etkiyi uyandıracaktır.

Bireysel olarak belli bir kaliteyi yakalamış fakat aynı zamanada ahenkli bir topluluk, umulmadık hizmetlere vesile olabilir.

Onlara kendi neslimizde ve bizden önceki nesillerde bu tarz birlikteliklerin gerçekleştirdikleri çalışmalardan kısaca bahsediyorum. Bu arada vurguladığım diğer bir nokta da şu: Bu genç nesil yani sizler, dünyaya daha açıksınız. Sadece ülkenizi değil insanlığa da hizmet edebilmek için imkânlarınız daha geniş…

Aman hedeflerinizi kaybetmeyin…

Aman dikkatinizi dağıtmayın ve birbirinizin kıymetini bilin…

Sohbet, gecenin ilerleyen saatlerine kadar sürüyor. Bu arada yeni gelenler oluyor, bazılarının uykusu gelip ayrılıyor. Fakat ben çay keyfi ile başlayan ve muhabbetin derinliği ile devam eden bu geceden inanılmaz bir zevk alıyorum.

Türkyar, 1970’lerin sonlarından itibaren Londra’da bu tarz birçok sohbete ev sahipliği yapmıştır muhakkak. O sohbetleri yapan nice genç bugün insanlığa hizmet yolunda bambaşka noktalarda bulunuyorlar. O gece orada bulunan gençler de inşallah yarının dünyasında önemli roller oynayacaklar.

Londra’daki, İstanbul’daki, New York’daki, Viyana’daki ve dünyanın farklı köşelerindeki tüm ilim gönüllüsü gençlere selam olsun.

Allah onların ayaklarını  istikamet çizgisinden ayırmasın.

Hayırlı emellerine kavuştursun.

Amin…

 

ERHAN ERKEN

26 Ekim 2009 Pazartesi  DÜNYA BİZİM

 

 

 

 

VARALIM GİDELİM URUMELİNE

Balkan ülkelerine 2003 yılında yapma kararını verdiğimiz geziyi 2004 yılının yaz başlarında gerçekleştirdik. Ticari olmanın yanı sıra, bölgenin bu günkü durumu ile ilgili kısa sürede de olsa gözlem yapabilme, Osmanlı’nın o bölgelerdeki izlerini yaşayarak görme , ayrıca, benim gibi  kökü oralara uzanan insanlar için de, yakın tarihleriyle buluşma açısından önem taşıyan bir geziydi.

10 Haziran 2004 Sabahı, saat 07.15 civarında Bakırköy İncirli’deki  Ömür Lokantası’ nın önünden yola koyulduk. Eman Tur’un organizasyonunda ve Doç. Dr. Haluk Dursun’un rehberliğinde başlayan turda, kafile başkanlığını Müsiad Genel Başkan Yardımcısı İsrafil Kuralay yaptı. Rehberlerimiz ve kaptanlarımız dışında 22 kişi idik.

İpsala sınır kapısından çıkmadan Tekirdağ’da bir çay ve çorba molası verildi. Daha sonra İpsala’dan çıkış yaparak Yunanistan sınırlarına girdik.

Haluk Hoca’nın ifadelendirdiği üzere, takip ettiğimiz hat Osmanlı’nın Rumeli fetihlerinde kullandığı sol kol hattı idi. Daha çok güneyi ve kıyı şeridini takip eden bu hattın   dışında, Edirne-Nis-Belgrad-Budin ve Bech(Viyana ) hattı vardı ki bu orta kol hattını oluşturuyordu. Sağ Kol hattı ise, Varna-Rusçuk-Şumnu-Dobruca-Eflak-Boğdan (Memleketeyn)-Ozi ve Dinyeper ‘e kadar uzanıyordu.

Yolculuğumuz sırasında ilk olarak, şu anki adı ile Feres olan , Osmanlı’daki adıyla FERECİK kasabasını geçtikten sonra , Alexandroupolis yani bizde bilinen adıyla DEDEAĞAÇ’a geldik. Bu bölgede tütün ekiminin önemli olduğunu, ayrıca Yunanistan’ın dört büyük limanından birinin burada bulunduğunu öğreniyoruz. (İgomenissa Limanı). Diğer limanlar, Pire (Atina), Selanik ve  Patras limanları.

Yunanistan’ın bütününde zeytin ekimi çok önemli bir yer tutuyor. Ayrıca üzüm ve çeltik de bu bölgenin ürünleri. Bölgenin güneyinde yer alan Girit adası, kişi başı 31 kg’lık tüketimle zeytinyağı tüketiminde bir numaradır.

Dedeağaç’dan çıktıktan sonra yolumuz deniz kıyısından ayrılmaya başladı. Gümülcine yolu üzerinde tuz üretilen göl olan VİSTONİDAS  gölü yakınından geçtik. Uzaktan RODOP Dağlarını görüyoruz. Aynı zamanda bu bölgede bizdeki Bakırköy’ün ismen esinlendiği Makriköy bulunuyor.

Sapes (SAPÇI) kasabasını geçerek Komotini yani bizdeki adıyla GÜMÜLCİNE’ye varıyoruz.

Batı Trakya diye bildiğimiz, yıllarca hep sıkıntılarını ve dramlarını dinlediğimiz insanlarımızın içinde yaşadıkları topraklardayız.

Gümülcine’de ilk olarak Ticaret ve Sanayi Odası’nı ziyaret ettik. Oda Başkanı Sn. Angelidis Nikolaos,  Heyet Başkanımız Sn. İsrafil Kuralay, Rodop Milletvekli Sn İlhan Ahmet sırasıyla heyetimizden ve bölgenin işadamları ve eşrafından oluşmuş topluluğa hitap ettiler. Bizleri karşılayanlarda ve orada bulunan soydaşlarımızda mutluluk ve yanlış yapmamak için gayret sarfeden insanların tedirginliği göze çarpıyordu. Bizlerden kısa bir süre önce Başbakanımız Sn. Tayyip Erdoğan’ın bir heyetle birlikte bölgeyi ziyaret etmiş olmasının da bizim ziyaretimize ayrı ve tamamlayıcı bir misyon verdiğini farkettik.

Daha sonra Türkiye Başkonsolosu Sn. Hüseyin Avni Botsalı da toplantıya katıldı ve bir konuşma yaptı. İkramlar ve ayak üzeri kartvizit alış verişinden sonra, Gümülcine içinde küçük bir yürüyüşle Başkonsolosluğumuza ziyarete gittik. Ziyarette Gümülcine seçilmiş Müftüsü Sn. İbrahim Şerif de hazır bulundular.

Konsolosluk ziyareti sonrasında işadamı İbrahim Hali Hasan, Batı Trakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Derneği Başkanı Murat Yunus ve arkadaşları bizlere bir öğle yemeği ikram ettiler.

Ne biz onlara ne de onlar bize doyamadan, bir gözümüz saatlerimizde, bir gözümüzde bize dostça bakan insanlarda olmak üzere kısa fakat dolu dolu geçen zamanın sonunda hareket vakti geldi. Yemek sonrası Gümülcine’den ayrıldık.

Xanthi adıyla haritalarda ismi geçen İSKEÇE’nin içinden geçerek  bölgede çok meşhur olan KURABİYECİ’de mola verdik. Çay ve kurabiyeli molada hediyelik olarak aldığımız kurabiyelerimizi paketlettik. Hakikaten tavsiye edildiği kadar mükemmel olan bu kurabiyeler, İstanbul’a altı gün sonra dönmemize rağmen, bayatlamadan ilk günkü tatlarını muhafaza ettiler.

Akşam üstü KAVALA’YA vardık. Osmanlı’daki ismi ile bugünkü ismi aynı olan bu şehrin en büyük özelliği Osmanlı’ya ihaneti ve çıkardığı gaileler ile meşhur olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın bu şehre adının verilmiş olmasıdır. O zatın inşa ettirdiği  medrese, şehrin tepe bölgelerindeki Osmanlı yapıları, sağlam olarak duruyorlar. İhanet karşılığı eserlere ve şehrin ismine dokunulmamış olduğunu ibretle müşahede ediyoruz.

Buradaki küçük bir trenle yaptığımız şehir içi yolculuk , deniz manzarası ve sahili, kiliseye çevrilmiş camii, su kemeri, KIBRIS’ı unutmadık yazılı kanlı tabelası bu şehirdeki ilginç izlenimlerimizdi.

Güneş batmaya yönelirken Kavala’dan ayrıldık ve Selaniğe doğru yola koyulduk. Selaniğe girmeden gördüğümüz bir yol tabelası özellikle beni çok derinden etkiledi.

Tabelada (KİLKİS) KILKIŞ yazıyordu. Eski Osmanlı haritalarında ve hatıratlarda adı Avrethisar olarak geçen bu bölge, babamın dedesi Topal Ahmet Efendi’nin çiftliğinin olduğu yer. Balkan harbinde dedemlerin, Bulgar gavurunun saldırılarından kıl payı kaçarak terk etmek zorunda kaldıkları ve Selanik’e göçtükleri bu kasabayı, geniş bir zamanda yeniden dolaşmak benim için artık ciddi bir vazife haline geldi. Kılkış, Selanik, Bilecik, Manisa derken İstanbul Fatih’e kadar gelen bu muhacir ailenin bir ferdi olarak, ismini çok duyduğum ve her Rumeli haritasına bakarken yerini tesbit etmeye çalıştığım Kıklış’ın, tabelası bile beni tarihin derinliklerine götürmeye yetti.

Geç saatte geldiğimiz Selanik’te, KNİSSİS otelde kalıp sabah ilk olarak küçük bir şehir turu attık ve Beyaz Kule’ye gittik. Şehrin simgesi olarak kabul edilen bu kule 15 veya 16 yy’larda Venedik’lilerce inşa edilmiş. Birçok kere yıkılan kule son olarak Kanuni döneminde Mimar Sinan tarafından altı katlı olarak yeniden inşa edilmiş. Osmanlı döneminde bir müddet zindan olarak kullanılan bu eser, 1878’de kapatılarak beyaza boyandığı için bu adla anıldığı söylenmektedir. 1985 Yılından beri, Osmanlı tarihi hariç, Selanik tarihinin sergilendiği bir müze olarak ziyarete açık olan bu Kuleyi dolaştıktan sonra Selanik Başkonsolosluğuna gittik.  Konsoloslukla aynı bahçede bulunan Atatürk’ün evinin dolaşılması ve bahçede alınan ikramları takiben şehrin panoramik turuna devam edildi. Bu tur sırasında, Sultan Abdulhamit’in hal edilmesinden sonra zorunlu ikamete tabi tutulduğu ve bugün Selanik Valiliğini barındıran, Alatini Köşkü’nü ve az sayıda sağlam kalan Osmanlı eserlerini hüzünle seyrettik.

Selanik, tarihte çeşitli adlarla anılan önemli bir şehir: Kabe-i Hürriyet, Mehdi-i Hürriyet, Dar-u Yahud, Kahpe Selanik…… Tüm bunlar bu önemli şehrin en meşhur isimlerinden bir kaçı. İttihatçıları ve avdetiler adı verilen dönmeleri ile  Rumeli muhacirlerinin dönüş yolundaki en mühim kavşak noktalarından biri olan bu liman kenti, Osmanlı ve İslam kimliğinin ortadan kalkması için Yunanlıların ciddi şekilde çalıştıkları ve bunda kısmen  muvaffak oldukları bir şehir haline dönüşmüş.

Yonyo’nun meyhanesi, Beyaz Kulesi, Atatürk’ün evi, Sultan Hamit’in Alatini köşkü ile dikkatleri çeken, Rahmetli anneannemin, babaannemin ve dedelerimin gençlik yıllarında gözleri arkada kalarak terk etmek zorunda bırakıldıkları ve bizlere İstanbul’a çok benzerdi diye anlattıkları  Selanik’ten ayrılarak, yolculuğumuza devam ettik.

Selanik Başkonsoloslumuz ziyaret sırasında, bu şehirde ayakta(!) kalan Osmanlı eserleri ile ilgili bizlere bir çalışma sundular. Bu çalışmada ismi geçen diğer eserlerle ilgili kısa bir malumat vermenin bu noktada faydalı olacağını düşünüyorum.

HamzaBey Camii; Selanik’teki bu ilk Cami, 1468 yılında 2. Murat döneminde kumandan Hamza Bey için yaptırılmış. Egnatia Caddesi üzerindeki bu eser, 1978 Yılındaki Selanik depreminde ciddi hasar gördükten sonra bir daha onarılmamış, sadece iskelelerle desteklenmiştir. Selanik 1997 Avrupa Kültür Başkenti Organizasyonu tarafından Cami restorasyonu için 250 milyon drahmi ayrılmış olmasına rağmen , kızıl haçın mülkü görünen caminin restorasyonu için henüz kayda değer bir adım atılamamıştır.

Alaca İmaret Camii (İshak Paşa Camii); Sadrazam İshak Paşa tarafından 2. Batezid döneminde 1484 yılında yaptırılmıştır. 1978 Depreminden sonra önemli hasar gören cami, restore edilmiş fakat 1986 yılından itibaren Selanik belediyesi tarafından sergi, konser ve benzeri kültürel etkinliklerde kullanılmaktadır.

Yeni Camii;1902 Yılında Müslüman olan Yahudiler tarafından İtalyan mimar Vitaliano’ya yaptırılmış bu camii de 1986’dan bu yana sergiler ve kültürel etkinlikler için kullanılmaktadır.

Bey Hamamı; Sultan 2. Murat döneminde 1444 yılında yaptırılan hamam ayakta kalan en büyük hamamdır. 1968 Yılına kadar Cennet hamamı adıyla kullanılmıştır. 1997 Restorasyonundan sonra ‘Ortaçağ Laik Mimarisi’ sergisiyle ziyarete açılmıştır.

Paşa Hamamı; Kanuni döneminde Selanik Valisi Cezerizade Koca Kasım Paşa tarafından 1520-30 arasında yaptırılmıştır. Hamamın suyuunn ısıtılmasında kullanılan kömürün çevre kirliliğine yol açtığı gerekçesi ile 1981’de kapatılmıştır. Anka hamamı adıyla da

bilinmektedir.

Musa Baba Türbesi;(Terpsitheas Meydanı) 16. Yüzyılda şehrin tanınmış kişilerinden Musa Baba’nın türbesi olarak yapılmıştır. Onarım görmemiş olan bu türbeyi semtin spor kulübü sosyal kulüp olarak kullanmaktadır.

Yahudi Hamamı; 16. Yüzyılda Halil Ağa tarafından Yahudi Mahallesinde yaptırılmış ve 1900’lerin başına kadar faaliyette kalmıştır.Selanik 1997 Avrupa Kültür Başkenti programı çerçevesinde onarım görmüştür.

Yeni Hamam; 16. Yüzyılın ikinci yarısında Hüsrev Kethüda tarafından yaptırılan bu hamam bir dönem taverna olarak kullanılmıştır. Halen Aigili adlı özel bir kültür merkezi olarak faaliyettedir.

Bedesten; 2. Bayezid tarafından 15. yy’ın sonunda yaptırılmıştır.Halen tekstil ürünlerinin satıldığı bir çarşı olarak hizmet vermektedir. Onarım görmektedir.

Yedi Kule; Osmanlı’ların ilk dönemlerinde 1431 yılında Çavuş Bey tarafından inşa edilen bu yapı 1989’a kadar hapishane olarak kullanılmış, şu anda ise kültür merkezi olarak kullanılmak üzere restore edilmiş.

Tophane; Kanuni’nin Selanikte birkaç ay kaldığı 1546’da inşa edilmiş olan bu yapının şu an çok az bir kısmı ayakta

Ayrıca bir bakanlık tarafından kullanılan Hükümet Konağı, Belediye Konukevi tarafından kullanılan Belediye Konukevi de Osmanlı Devri eserlerinden bazıları.

Tarihi eserlerinin büyük bir çoğunluğu yerle bir edilse, kalanları da, bitmeyen tamirat iskeleleri arasında gizlenmeye çalışılsa da, kenarından köşesinden gördüğümüz kadarıyla buram buran tarih kokan ve ‘biz’den kısmi esintiler taşıyan bu güzel şehirde ayrılıyoruz.

İlk durağımız Giannitsa yani YENİCE-İ VARDAR.  Burada, Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Şah ile birlikte Rumeli’ye geçen akıncılardan Gazi Evrenos Paşa’nın Türbesini ziyaret ettik. Türbenin yıkık dökük hali bizleri cidden üzdü.

Yenice-i Vardar’dan sonra,  Edessa veya diğer  bir adıyla da VODİNA (ki şu anda içinde neredeyse hiç Müslüman yaşamıyor)’yı geçerek Yunanistan’ın Makedonya sınırına ulaştık. Sınırda ufak bir beklemeden sonra şimdiki adıyla Bitola olan, annemin babası Rahmetli Salih dedemin Selanik’ten bir evvelki durakları olan,  MANASTIR’a vardık.

Mustafa Kemal’in okumuş olduğu Askeri İdadiyi ziyaret ettik ve sonrasında bu tarihi şehirde biraz dolaştık. Askeri İdadi’nin kapısının önünde pardesü ve baş örtüleriyle iki Müslüman hanım teyzenin karşımıza çıkışını fotoğraf makinamızla büyük bir keyifle tesbit ettik.

Şehir meydanı  sanki İstanbul’daki Eyüp Sultan Camii’nin içinde yer aldığı meydanı andırıyor. Birbirine bakan iki camii, saat kulesi, çınar ağaçları, güzel bir havuz. Camilerden biri İshakiye Camii, bir diğeri de Yeni Cami. Fakat şu anda son cemaat yeri maalesef sergi salonu olarak kullanılıyor. İçinde kazı yapılıyor. Camiinin çok öncelerde orada var olabilecek(!) bir kilisenin üzerine yapılıp yapılmadığını araştırıyorlar. Bu bilimsel araştırma(!) neticesi böyle bir bulguya rastlarlarsa muhtemelen camiyi yıkıp, kiliseye çevirecekler…..

İshakiye Camii’nin yanı başında güzel bir Osmanlı çarşısı var. 1530 tarihinde yapılmış. Kapısının üzerindeki kemerde ay yıldız hala duruyor. Fakat saat kulesinin üzerindeki ay yıldızı söküp haç dikmişler.

25000 km2’lik Makedonya’nın batısındaki en önemli ve tarihi değere haiz bu şehrinden çıkışta Pelister dağları ve daha aşağıda Baba dağlarının altından geçiyoruz. Rumeli’nin en önemli üç eyalet merkezinden biri olan Manastır, türkülere konu olan havuzu, az sayıda olsa da göze çarpan başı örtülü ihtiyar teyzeleri, şehir siluetinde önemli bir yer tutan camileri, geniş bir alanda büyük bir yapı olarak varlığını sürdüren eski Askeri İdadi ile bize geçmişten küçük de olsa bir tad verdi.

Manastır’dan sonraki yolumuz Resen yani RESNE. Resneli Niyazi’si, (Resneli Niyazi’den bahsederken yeğeni olan ebru sanatçısı ve neyzen Sn. Niyazi Sayın’ı da saygıyla anmadan geçmememiz gerekiyor) Elmas madeni ile meşhur bu kasabada durmuyoruz ve akşam konaklayacağımız OHRİ’ye doğru yola koyuluyoruz.

Ohri, Yugoslavya Federasyonu ve Tito döneminde turizm açısından çok önem verilen bir şehir imiş. Tabii güzellikler açısından da hakikaten mükemmel bir bölge. Makedonya’nın en batı ucundaki bu şehir, Yugoslavya dağıldıktan sonra turistik açıdan yeni yatırımların yapılmadığı bir yer olarak kalmış.

Akşam ilk olarak Ohri Gölünün kaynaklarından biri olan bir su kenarında Alabalık yedik. Kaldığımız otelin müdürü ve o bölgede Eman Tur ekibinin rehberi Cemal Rahvan Bey, geleneksel Türk ve Müslüman misafirperverliğinin güzel bir örneğini sundu. Akşam yemeği öncesinde, Akşam Namazı için Hayati Baba Camii ve Tekkesine gittik. Namaz sonrası Tekkenin Şeyhi Osman Efendi ile küçük bir tanışma sohbeti yapıldı ve Cemal Bey genel bir bilgi sundu. Tekke Şeyhi Osman efendi az sözlü bir insan. Gözlerinin içi gülüyor. Bakışları samimi ve canlı. Oturuşuyla, gülüşüyle, vücut diliyle yani kısacası ‘hal’i ile güzel bir insan.

Daha sonra yemekte Makedonya Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakan Vekili Maksut Ali Bey de kafilemizle beraber oldu. Türkiye’den giden herkesin çok fazla vaatte bulunduğu, en yetkili kişilerin bile hiçbir şey yapmadıklarını ifade eden Maksut bey, yemek sonrası genel olarak sıkıntıların beyan edildiği pesimist bir çerçeve sundu.

Sabah namazında Hayati Baba dergahında zikir vardı. Sonrasında yaz misafir salonu denen mekanda sade kahve ve lokum ikram ettiler ve bir miktar ilahi okudular. Halveti tarikatının Hayati koluna bağlı olan tekke, bölgede Müslümanların birlik ve beraberliğinin sağlanmasında önemli bir merkez vazifesi gördüğü izlenimini bizlere verdi.

Ohri’de kısa fakat rehberimizin ustalığı sayesinde yararlı bir gezi yaptık. Yıkılmış camileri, eski Osmanlı mahallelerini, tepedeki kaleyi gördük. Şehrin bir bölümü Safranbolu’yu andırıyordu.

Ohri, Balkanların Kudüs’ü olarak isimlendirilen bir şehir. Yahudileri de çok meşhur. İstanbul’da Hasköy’deki Ohrida Sinagogu ismini buradan alır ve Yahudiler için çok önemli bir sinagogdur.

Yine Makedonlara Dinlerini öğreten Krillos-Metadios kardeşler için burada bir heykel bulunmaktadır. Heykelin dikili olduğu meydanda eskiden var olan bir caminin yıkılmış olduğunu öğrenmek, tabii açıdan olağanüstü güzel olan bu şehrin, zihnimizde kalan görüntüsünde her hatırladığımızda rahatsızlık veren bir eksiklik oluşturuyor..

Ohri çıkışında Struga’ya giderek Drin Nehrinin doğduğu yeri gördük. Bugüne kadar gördüklerimizin tersine olarak, gölden nehrin başladığı ve şelale tarzında aktığı noktada bir miktar durduktan sonra KIRÇOVA ( Kicevo) üzerinden ve DEBRE’nin (Debar) tabelada 50 km yazdığı bir uzaklıktan geçerek GOSTİVAR’ a yöneldik. Debre tabelasının önemi ne diye aklınızdan geçmiş olabilir; Daha evvel de Rahmetle andığım Salih dedem, eski günlerinden bahsederken, mübadelede İstanbul’a Selanik’ten geldiklerini, Selanik öncesinde de, Manastır’da bulunduklarını anlatırdı. Manastır lafzı geçtiğinde komşu bölge olan Debre-i Baliğa’dan da muhakkak söz ederdi. Tabeladaki Debre şehrinin diğer önemli bir hatırasından da bahsetmeden geçemeyeceğim. 2001 Yılı Aralık ayında Kayınpederim Cevat Bey Rahmet-i Rahmana kavuştu. Defnetmek için Edirnekapı’daki Sakızağacı Şehitliğine gittik. Anneciğinin üstüne gömdük. Mezar taşında şu ibare vardı: Debreli Mahmude, Ruhuna El-Fatiha. Hanım tarafının da İstanbul öncesi kökleri bu tabelanın olduğu şehirden geliyor.

Mahmude Hanım, saraçlık yapan beyi ve çocukları ile İstanbul’a göçmüş, memleketinin ismi bir hatıralarında bir de  mezar taşında kalmış

Türkülere konu olan ‘At martini Debreli Hasan, dağlar inlesin’ sözünde geçen Hasan Efendi de, kimbilir elindeki martini ile küffara karşı nasıl bir mücadele göstermiş ve sonunda dağları inleten martini susmuş ve sadece türkülere konu olmuş.

Gostivar’da bizleri oranın Sancak başkanı olan Erdoğan Saraç isminde bir dost karşıladı. Her hareketiyle adeta bölgeyi avuçlarının içinde tuttuğu izlenimi veren bu zatın ve beraberindekilerin sıcak  karşılamaları  adeta tüm yorgunluğumuzu aldı. Kısa bir süre kaldığımız bu şehirde ev sahiplerinin ikramları, sohbetleri ve ilgileri hakikaten dostça ve kardeşçe idi.

Daha sonra,  KALKANDELEN (Tetova)’e doğru yola koyulduk. Sohbetimiz sırasında, Gostivar’da yaygın olarak  ticaret yapıldığını, nüfusun da 30-40 bin civarında olduğunu ifade ettiler. Meyve yetiştirme, biber ve özellikle özel bir çeşit olan Şuşka Biberi bu bölgenin yaygın bir bitkisi. Gostivar  Kalkandelen hattında, Şardağ eteklerinde Müslüman köyler yoğun olarak göze çarpıyor. Bu bölge Vardar ovasının yukarı bölümleri.

Bu seyahatte cami ve özellikle MİNARE’nin sembolik olarak çok büyük önemi bulunduğunu daha iyi kavradık. Özellikle siluetin oluşmasında ve bir bölgenin kimliğinin anlaşılmasında minare çok önemli bir anlam taşıyor. Gavur diyarlarında bu önem daha da artıyor.

Gavur, bizim kültürümüzde özel yeri olan bir kelime. Kafir’den, gayri müslimden daha derin bir mana ifade ediyor. Özellikle Rumeli muhacirlerinin ‘gavur’ lafını kullanırken kelimeye yaptıkları vurguyu fark etmemek mümkün değil. Ben küçük yaşlarımızda kaybetmemize rağmen dedem ve anne annemlerde bunu çokça hissederdim. Özellikle, kendilerini yurtlarından eden, acımasızca insanları kesen Bulgarlar ve Yunanlılar için söyledikleri bir söz idi‘gavur’. Bugün Filistin’de, Felluce’de, dün Bosna’da, bu tip muamelelere uğrayan insanlar da, kendilerine bu zulümleri reva görenler için, muhtemelen kendi dillerinde ‘gavur’ benzeri bir laf kullanıyorlardır.

1839’daki, Tanzimat-ı Hayriye  ile birlikte, artık ‘gavura gavur diye hitap edilmeyeceğinin’ ilan edilmiş olmasına rağmen, ‘gavur’ kavramı, muhaceret görmeyen benim bile, anlatımlarımda  yer alabiliyor.

KALKANDELEN olarak bildiğimiz, resmi adıyla Tetova bölgesi, 2001 çatışmalarında dağlarda çok büyük hakimiyet mücadelelerinin yaşandığı bir yer. Şehir merkezinde genellikle Arnavut Müslümanlar hakim durumdalar. Bu bölgelerde Müslüman Makedon ilişkisi her an teyakkuz halini muhafaza ediyor. İlişkiler sanki patlamaya hazır bir bomba izlenimi veriyor.

İlk olarak bir adıyla  Harabati Baba, diğer adıyla da Sersem Ali Baba dergahı denen bir yere gittik. Bu şahıs Malatya’dan gelmiş, Bektaşi meşrep bir kişi imiş. Tekke son döneme kadar İslami hassasiyeti olmayan grupların elinde bulunmuş, hatta içinde bar benzeri yerler bile açılmış. Son yıllarda HİLAL Organizasyonu tekkenin kontrolünü ele almaya başlamış. Bizleri burada Hilal Organizasyonunun başındaki Behacuddin Şehabi Bey karşıladı. Gerek Tekke, gerekse de bölge ile ilgili tarihten günümüze doyurucu bir malumat verdi. Tekkenin misafir bölümünün Otel olarak düzenlenebileceğini, Türkiye’den gelecek işadamlarının burada mekanın anlamına uygun bir otel işletmesi gerçekleştirebileceğini uzun uzun anlattı.

Kendisi de Kalkandelen doğumlu olan ve 70’li yıllarda anne ve babalarıyla birlikte buradan Türkiye’ye göçen Hasan Hoşben’in akrabalarının hazırlamış oldukları börekleri, Tekke’nin bahçesindeki geniş misafirhanede afiyetle yedik.

Daha sonra Kalkandelen’in önemli bir Camii olan Paşa Camii veya diğer bir adıyla Alaca Camii’ni ziyaret ettik.1495 Yılında, şu anda camiinin bahçesindeki sekiz köşeli türbede medfun bulunan iki kız kardeş, Hurşide ve Mensure hanımefendiler tarafından yaptırılmış olan bu camii daha sonra 1833 yılında, Abdurrahman  Paşa tarafından yeniden inşa ettirilerek genişletilmiş. İç tezyinatı çok ilginç olan ve Türkiye’deki hiçbir camiye benzemeyen manzara resimleri ve süslerle donatılmış olan bu camiyi ziyaretimizden sonra, Üsküp Büyükelçiliğindeki randevumuza gittik. Heyetten temsilci bir grubun gerçekleştirdiği ziyaretin hemen sonrasında Üsküp Ticaret Odası’nda Makedonyalı işadamları ile bir toplantı yaptık.

Gayet sıcak bir karşılamanın ardından Oda Başkanı ve bizim heyet başkanımız sunumlarını yaptılar. Makedonya Ticaret Odası Başkanı;’ protokoler konuşmaları bırakalım iş yapalım’ havasında idi. O bölgede Türkiye’den gelip fabrika alan ve işletmeye başlayan Yalım Erez kardeşlerin iyi bir örnek olduğundan bahsetti. Konuşmalarında ve davranışlarında hepimizi teşvik edici bir tavır içinde idi. Sürekli olarak  somut adımları beklediğini ifade etti.

Daha sonra Mustafa Paşa Camii’ni ziyaret ettik, civardaki kabristanlarda Fatiha okuduk ve Üsküp’e panoramik bir bakış gerçekleştirdikten sonra eski şehrin olduğu mahalle doğru yürümeye başladık.

Akşam ve Yatsı namazlarımızı Murat Paşa Camii’nde eda ettik. Tabii akşam yemeğimizi  yediğimiz Kapan handaki köfteciden bahsetmemek mümkün değil.

Kapan, bilindiği gibi Osmanlı Devleti’nde yiyecek ve giyecek eşyaların toptan satıldığı yerlere verilen bir isim idi. Bir anlamda, depo, antrepo ve hal anlamına da gelmektedir. Kapan han, adından da anlaşılacağı üzere bizlere, bir dönem buralarda toptan giyim ve gıda ticareti yapıldığını göstermekte.

İstanbul’daki Unkapanı semtinin de adı aynı mantıkla konulmuş. Devletin birbirlerinden çok uzak diyarlarında ticari hayata kavram ve fonksiyon açısından benzer damgalar vurmuş olması, Osmanlı Medeniyeti’nin büyüklüğünü ve gücünü göstermesi bakımından hakikaten güzel ve öğretici bir örnek.

Gezi rehberlerimizin başından beri tekrarladıkları, ’gezimiz Namaz niyaz, köfte piyaz gezisidir’ özdeyişinin ne anlama geldiğini en iyi Üsküp’te idrak ettiğimizi söyleyebiliriz.

Tarihi mekanda yediğimiz Rumeli Köfteleri hakikaten muhteşemdi. İstanbul Aksaray’da şu andaki İSKİ’nin arka tarafındaki MİS köfte salonunda, talebeliğimizde sık sık Rumelili Ferit Amcanın köftelerini yemeğe giderdik. Kapan Han’daki köfteler, Ferit Amcanın MİS Köfte Salonundaki köfteleri, bugün onun oğlunun Fatih Malta’da açmış olduğu BİZİM Köfte Salonu’nun köfteleri yiyenlere, birbirlerine yakın damak tadlarını veriyorlar.

Osmanlı çok muhteşem bir devlet imiş. Yıkılışının üzerinden 80 küsür yıl geçti. Hakim olduğu coğrafyada, yokluğunun meydana getirdiği boşluk, hala büyük bir problem oluşturuyor ve bir türlü doldurulamıyor. Toprakları üzerinde onlarca ülke kurulmasına rağmen vakti zamanda oluşturmuş olduğu her konudaki tarz, üslup, bakış açısı, lezzet birliği bugün bile farklı coğrafyaları ve insanları, aralarında var olan sınırlara rağmen birbirlerine yakınlaştırıyor ve beraber anılmalarını sağlıyor.

Geceyi Vardar Nehrinin yanı başındaki Holiday Inn Oteli’nde geçirdik. Sabah ise, erkenden Kosova’ya doğru yola koyulduk. Sınırdaki Kaçanik Boğazı’nı geçerken rehberimiz Haluk Hoca, bu boğazın şahit olduğu önemli bazı tarihi olayları bizlere nakletti. Bize çok da uzak olmayan coğrafyalarda ne hazin olayların cereyan ettiğini, televizyonlarda izlerken sanki başka dünyalarda cereyan ediyormuş gibi uzağımızda hissettiğimiz çarpışmaların, kitle halinde ölümlerin işte bu topraklarda, yakın bir geçmişte olduğunu gözlerimizle görmek bizleri derinden etkiledi.

Arnavutların yoğun olarak bulunduğu bu bölgelerde yolculuk ederken rehberimizin Arnavutlar ile ilgili yoğun bir bilgilendirme bombardımanı altında kaldık. Osmanlı’nın son dönemlerinde isimleri sıkça geçen, Sultan Abdülhamit’in en uzun süreli sadrazamlığını yapmış olan Avlonyalı Ferit Paşa, Sultan Abdülhamit’e hal edildiğini  bildirmeye giden ekipteki İşkodralı Mustafa Esat Toptani, İstanbul’da yetişip sonra Arnavut Kralı olan Ahmet Zogo, ressam Abidin  Dino’nun  Dino ailesi, Şemseddin Sami’nin ailesi olan Froseri kardeşlerin ve daha birçoklarının  kök itibariyle Arnavut olduklarını öğrendik. Kosova’daki ve Makedonya’daki Arnavutlar, İslam Dini’ne mensuplar. Arnavutluğun sınır bölgelerinde Hıristiyan Arnavutlar çoğunluktadır.

Özellikle Kuzey Arnavutluk bölgesinde misyonerlik faaliyetlerinin bir hayli yoğun olduğunu yine rehberimizden öğreniyoruz. Bu arada ilginç bir ayrıntıyı da paylaşalım. Nobel Barış ödülünü alan Rahibe Teresa, bu bölgeden yetişmiş ve Müslüman bir aileden gelip sonradan Hıristiyan olan Üsküplü Gonca Hanım imiş. Kendisine neden ödül verildiği bu bilgiden sonra bizde daha bir netleşmiş oldu.

Kosova sınırları dahilinde ilk durağımız Priştine yolu üzerinde Sultan Murad-ı Hüdavendigar’ın türbesi oldu. Türbe girişinde bizleri Kosova Meclisindeki birkaç Türk milletvekilinden biri olan ve halen Meclis Başkan Vekilliği görevini üstlenen Nafia Hanım karşıladı. Türbenin varlığı başlı başına bir olay, fakat önemiyle mütenasip olmayan bakımsızlığı bizleri nisbeten üzdü. 1389 Yılında bu bölgede gerçekleşmiş olan ve Osmanlı’nın zaferiyle sonuçlanan Kosova Meydan Muharebesinden sonra, Sultan Murad-ı Hüdavendigar’ı savaş meydanında gezinirken şehid eden Miloş Kapilaviç adına, Sırplar da, ovanın  diğer tarafında bir anıt inşa etmişler.

Medeniyetler nokta-i nazarından sembollerin önemini daha iyi anlamak için bu tip ziyaretler ve karşılaştırmalar hakikaten çok öğretici oluyor.

Sultan Murad-ı Hüdavendigar türbesinden sonra Priştine’ye doğru devam etmiyoruz, geri dönerek, Prizren’e doğru yöneliyoruz. Prizren’e doğru giderken yolda bölge ve bölgenin hatırlattıkları ile ilgili Haluk Hoca’nın anlattıklarından alabildiğimiz notlar şu şekilde özetlenebilir:

Kosova üretimi olmayan bir bölge. Bu sebepten yoğun bir ticari faaliyet var. Ayrıca tüketim konusunda Makedonya’dan bile daha ileri bir durumdalar

Prizren genellikle Arnavut milliyetçilerinin hakim olduğu bir şehir. Bu bölgede nüfusun büyük bir çoğunluğu Müslüman. Şehirde çok az Hıristiyan yaşıyor.

Gilan ve Prizren şehirlerinde Türkçe konuşan bir nüfus mevcut. Biz de bu gerçeği yakinen müşahede ettik. Kosova’da en fazla Türkçe konuşulan şehir ise Priştine

Bu bölgede Sırplar ile Müslümanlar arasında en çok çatışma olan şehir Bitroviça. Bu bölgede Arnavutlar ve Sırplar karşılıklı yerlerde ikamet ediyorlar.

Yine rehberimizin verdiği ilginç bilgilerden biri de Prizren’in isminin ‘pür-zerrin’den geldiğini, yani süs ve ziynet dolu manasında olduğunu ifade etmesiydi. Yine Prizren’in din bilgisi yüksek halkıyla öne çıktığı, Osmanlı’dan kalan 20 adet camisinin açık olduğu, bu şehir ile ilgili bilgilerden bazıları.

Prizren’de ilk olarak  Kırık Camii’ni ziyaret ettik. Ziyaretimiz sırasında, bu camiinin Osmanlı zamanında inşa edilen ilk camii olduğunu ve bu bölgedeki Türk taburu tarafından onarıldığını öğreniyor ve cami duvarına yerleştirilen kitabeyi inceliyoruz.

Daha sonra Sinan Paşa Camii’ne giderek namazlarımızı eda ettik. Camii’nin tuvaletlerinin eski Osmanlı usulü oluşu ve tuvalet ile temizlik sırasında su ve idrar sıçramasını önleyecek basit fakat akıllıca bir tarzda yapılmış olması dikkatimizi çeken ayrıntılardan birisi idi.

Taharet musluğunun altındaki taşa bir delik yerleştirilmiş idi . Çeşmeden akan su, kullanılmadığı zaman otomatikman delikten aşağıya akıyor ve hacet gideren insanın hiçbir yerine su sıçramıyor.

Sinan Paşa Camii ve Şadırvan Meydanı, Prizren’e gelen misafirlerin ilk dolaştırıldığı yerler imiş. Şehrin ortasından geçen İstriça nehri ve üzerindeki köprünün, sadece nehrin iki yanını değil bizlerle tarihi buluşturan bir fonksiyon icra ettiğini fark ediyoruz. Köprünün, Türkiye Diyanet Vakfı tarafından onarılmakta olduğunu öğrenmek de bizlere ayrı bir memnuniyet verdi. Şehri gezerken rastladığımız diğer camiiler; medresesi de olan ve daha çok törenlerin yapıldığı Gazi Mehmet Bey Camii (Bayraklı Camii de deniyor), İkinci Mehmet tarafından yapılan Emin Paşa Camii, Saraçhane Camii. Prizren’de ayrıca çok sayıda tekke olduğunu da öğrendik.

Prizren’de misafirperverliğin güzel bir örneğine de şahit olduk. Sultan Murat türbesinde bizi karşılayan Nafia Hanım buraya kadar kafşlemize eşlik etti. Sinan Paşa Camii’nin avlusundan itibaren Demokratik Türk Partisi Başkanı Mahir Bey, Belediye Başkan Vekili Ercan bey, çeşitli bölgelerden gelmiş olan parti mensupları, entellektüeller, Mitroviça’dan Atilla ve Ergin Beyler ve daha ismini sayamayacağım bir çok kişi. Öğle yemeğini beraberce yedikten sonra, iyi niyet konuşmaları yapıldı . Yemek ve konuşmalar esnasında bütün katılımcıların çok mutlu oldukları gözlerden kaçmadı.

Kısa bir gezintinin akabinde şehirden, dolaşmanın  tadına doyamadan ve gözlerimiz arkada kalarak ayrılmak zorunda kaldık.

Akşam üstü yine Üsküp’e döndük. Üsküp’te daha evvel panoramik olarak seyretmiş olduğumuz diğer önemli camiiler olan,  İshak Bey Camii’ni, Sultan Murat tarafından yaptırılmış olan Muradiye Camii’ni ve İshak Paşa’nın oğlu tarafından yaptırılmış olan İsa Bey Camii’lerini dolaştık. Bir gece evvel köfte yediğimiz Kapan han dışında Kurşunlu ve Sulu Han’ların Osmanlı döneminden kalmış olduğunu, aynı zamanda şehirde Davutpaşa Hamamı, Şengül Hamamı, Rıfai tekkesi, Tefeyyüz Mektebi gibi ziyaret edilmesi gereken yerler olduğunu öğrendik. Gezintimiz sırasında Üsküp’lü gençlerin yeni oluşturmakta oldukları bir kütüphaneye de uğradık. Farklı diyarlarda aynı dertlerle dertlenmiş genç kardeşlerimizin dar imkanlarla ve kan ter içindeki uğraşları bizlere ayrı bir heyecan ve gayret verdi. ‘Köprü’ adıyla yayınladıkları dergilerini bizlere hediye ettiler.

14 Haziran Pazartesi sabahı Üsküp’ten hareket ettik. 1392 Yılında Osmanlı tarafından fethedilmiş bu şehir , Manastır ve Ohri ile birlikte Makedonya’nın en önemli üç şehrinden birisi. Gezimiz sırasında tesbit ettiğimiz diğer bir nokta da şu oldu ki, 6 gün boyunca hızlı bir şekilde dolaştığımız bu yerlerin her biri müstakil olarak en az üç- dört günlük bir seyahati hak eden yerler. Birer veya yarımşar günlük gezilerle buraların hakkı verilmemiş oluyor.

Üsküp’ten  Kumanova’ya doğru gidiyoruz. Buraya Kuman  Türkleri gelip yerleşmişler. Şu anda Arnavut Müslümanlarının yoğun olduğu bir yer. Yol boyunca yanımızda Vardar nehrini görmüştük. Bu nehir toplam 350 km. civarında uzunluğu olan bir nehir. Bunun 264 km.’si ise Makedonya sınırları içerisinde. Yine Makedonya’da üç önemli göl var: Arnavutluk sınırında daha evvel ziyaret etmiş olduğumuz Ohri ile, Yunanistan sınırındaki Presba ve Doyran gölleri.

Bu bölgede anadili Türkçe olan Müslümanlara GORALI adı verilmektedir.  Anadili Makedonca olan Müslümanlar da TORBEŞ adıyla anılmaktadırlar.

Makedonya’dan Bulgaristan’a geçen kafilemizle ilk olarak Köstendil şehrinden geçiyoruz. Burada 5-6 adet Türk ailesinin kalmış olduğunu söyleyen rehberimiz aynı zamanda kullanılmayan iki camiinin varlığını bize haber veriyor. Bu camiiler; Mehmet Paşa ve Ahmet bey camileri. Bazı Osmanlı konaklarının da tamir edilmekte olduğunu görüyoruz.

Bulgaristan’da ciddi bir genç nüfus kaybı var. Yol boyu işlemeyen ve terk edilmiş sanayi tesisleri görülüyor. Bulgaristan’da Ahmet Doğan’ın liderliğinde Halklar ve Özgürlükler Partisi var ve mecliste 21 sandalyeye sahipler. Ziraat ve Devlet Bakanlıkları da yine bu partinin milletvekilleri tarafından yapılıyor. Bu ülke sınırları içinde 1 İslam Enstitüsü ve 3 adet İmam Hatip Okulu bulunuyor. Özellikle Rusçuk , Şumnu ve Mestanlı bölgelerinde Türkler bulunuyorlar. Ülkede 2 Türk İşadamı derneği faaliyetini sürdürüyor. Bunlardan biri Filibe’de diğeri de Sofya’da.

Sofya’ya vardığımızda ilk olarak başkonsolosluğu ziyaret ediyoruz. Gayet sıcak bir şekilde karşılanıyoruz. Başkonsolosumuz Bulgaristan ile ilgili geniş bir malumat vererek , iş alanları ile ilgili bize yön göstermeye gayret etti. Makedonya-Bulgaristan sınırında bir müddet sıkıntı yaşadığımız için Sofya’ya geç vardığımızdan, Sofya Ticaret Odası ile randevümüz sabaha kaldı. Akşam Prenses Oteline yerleştik. Gezimiz boyunca kaldığımız oteller içinde tuvaletinde taharet musluğu olan tek otel Prenses Otel. Aslında esas amaç olarak kumarhane fonksiyonu görmek için kurulduğu izlenimi veren bu otelde taharetlenmeye hassasiyet gösterilmesi özellikle dikkatimizi çekti ve bizleri memnun etti.

Sofya’daki diğer ilginç bir nokta, ibadete açık tek camii olan Seyfullah Efendi camiinin Sedat Peker tarafından onarılıp ibadete açılmış olması. Türkiye’de ismi organize suç örgütü lideri olarak zikredilen bu şahsın, böylesi ulvi bir hizmeti yapmış olması bizleri hakikaten çok mutlu etti. Allah gönlüne göre versin, yaptığı güzel hizmetler yolunu aydınlatsın ve onun doğru yolda yürümesine vesile olsun. Türkiye’miz çok enteresan farklılıkları ve zıtlıkları içinde barındıran, insanlarının hiç ummadığımız derinliklere sahip olduğu çok zengin bir ülke.

Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde 83 camiinin varlığını tespit etmiş olduğu Sofya’nın bu açık olan tek camiinde abdestlerimizi alıp keyifle namazlarımızı kıldık.

Akşam Sofya’yı dolaşmaya çalıştık. Komünist hakimiyeti altında uzunca bir süre kalan bu şehrin mimarisinde bu dönemin ciddi izlerini görüyorsunuz. Sovyet hakimiyeti üslup olarak şehre adeta damgasını vurmuş.

Akşam Sofya Radyosunda çalışan Türk bir arkadaş bize rehberlik etti ve Türk kahvehanesinde çaylarımızı içerken bizleri bir hayli bilgilendirdi.

Sofya’daki radyonun 1935’de yayına başladığını ve 1944 yılına kadar günde 5-6 saat gibi yayın yapıldığını öğreniyoruz. İçe dönük yayınlarda genellikle Rumeli Türkülerine yer verildiğini, dışa dönük Türkçe yayınlarda ise Türk sanatçıların şarkılarının yer aldığını anlatıyor rehberimiz.

1944-84 arasında Türkçe konuşmaların içine sistematik olarak Bulgarca kelimeler de ilave ediliyormuş.1984’den sonra yayınlara bir dönem ara verilmiş.1993 Yılında içe dönük Türkçe yayınları yeniden başlamış ve yayın süresi 1.5 saatten 3 saate çıkartılmış.

Sofya’da bir çok noktada sıcak su kaynakları mevcut. Yol üzerinde bile sıcak su ile yüzünüzü yıkamanız mümkün.Yine Sofya’da Balkan okulu açılmış ve burada Türkçe dersi de verilmekte. Kültür müşavirliği ve ticari müşavirlik aktif olarak faaliyet yapıyor.

Tarkan’ın buralarda çok meşhur olduğunu da sohbetimiz sırasında öğreniyoruz. Buradaki bazı büyük firmaların reklamlarında Tarkan’ın konserlerinden istifade etmesi de önemli bir ayrıntı. Türkiye markasının bir şarkıcı üzerinden tanıtılması ülkemiz açısından ne kadar manidar olduğu konusunda uzun uzun düşünmek gerekiyor sanırım.

1984 ile 1989 arası bilindiği üzere Bulgarların Müslüman Türklere yaptıkları zulmün en zirve yılları. Müslümanların isimleri değiştiriliyor, Bulgar mezarlıklarına gömülüyorlar. 1989’da zulmün en uç yılında 400 000 civarında mülteci Türkiye’ye göç ettiğini bu arada hüzünle hatırlıyoruz.

Bugün ise Bulgaristan Avrupa Birliğine girme noktasında Türkiye’nin bile önüne geçmiş durumda ve ülkede çok önemli bir değişim görülüyor.

Sofya’da sabah kalkıp Ticaret Odasındaki toplantımıza gittik. Teknolojik yönü ağır basan bir program sonrası, ticari ilişki kurmak için gerekli adreslere hangi web siteleri aracılığı ile ulaşabileceğimizi öğrenerek odadan ayrıldık.

Sofya’dan sonraki durağımız Filibe idi. Milattan önce sekizinci yüzyılda kurulmuş olan bu şehir 1364 yılında Osmanlı hakimiyeti altına girmiş. Bu hakimiyet 1884 yılına kadar devam etmiş. Evliya Çelebi seyahatnamesinde bu şehirde 63-64 adet caminin varlığından bahsediliyor. Şu an ise maalesef sadece iki adet cami bulunuyor. Her iki camii de ziyaret ediyoruz. Filibe’nin ana caddesinde kısa bir gezintinin ardından, meraklılarla beraber, şehrin yukarı kesimlerindeki Osmanlı mimarisinin izlerini taşıyan eski şehirden bir esinti sunan bölgeye gittik. Arnavut kaldırımından dar sokaklarda, restore edilmiş Osmanlı konaklarının kenarlarında, ‘Kafe Taksim’ tabelası taşıyan set üstü kahvehanesinde, içimiz sızlaya sızlaya  dolaştık. Hele lokanta kulüp karışımı bir amaçla kullanılan bir Mevlevihaneye girdiğimizde adeta yutkunamaz hale geldik. Vakti zamanında zikirlerin yapıldığı, semazenlerin fır döndüğü bu mekanların bugün süfli amaçlar için kullanılıyor oluşu, tarihe karşı bir utanç hissinin benliğimizi kaplamasına yol açtı. Gerçi doğup büyüdüğümüz şehrimizde de nice mevlevihane ve tekke bugün metruk, harap ve biçare vaziyette duruyor. Onların bu hazin varlıklarını belki de kanıksadık. Fakat yaban ellerde bu tip duygularımız ve hassasiyetlerimiz herhalde biraz daha fazla ortaya çıkıyor.

Filibe’deki bu tarih ve hüzün dolu saatlerimizden sonra, Sultan Murat Camiinin altındaki börekçide yediğimiz nefis böreklerle biraz  ferahladık . İnsan nefsi bulunduğu her şarta çok kolay adapte olabiliyor. Yarım saat evvel şehrin yukarı kısımlarında üzüntüden adeta yutkunamazken, börekçide adam başı en az ikişer porsiyon Rumeli böreğini afiyetle yiyen yine bizlerdik.

Filibe’den sonra Svilengrad üzerinden ve Kapıkule sınır kapısından Edirne’ye vardık. Kapıkule’ye geldiğimizde sınırdaki küçük fakat dört minareli mescid, Anayasa’sında laiklik ilkesi şiddetle vurgulansa da halkı Müslüman olan bir ülkeye girdiğinizi adeta haykırıyor. Sınır kapılarında diğer ilginç bir nokta da tuvaletlerin yanı sıra  Gusülhane denen bir mekanın oluşu.

İlmihal kitaplarının giriş kısmında, sular, temizlik ve gusül abdestinin tarifi bulunan bir dine mensup insanların yaşadığı ülkenin sınır kapılarında, Gusülhanenin bulunuşunun, beni niye bu kadar etkilediğini bu yazıyı kaleme aldığım şu an bile yeterince anlayabilmiş değilim.

Kapıkule’den sonra, her yanı tarih kokan ve muhteşem Selimiye camii ile insanı adeta büyüleyen Edirne’nin şehir merkezine doğru yol alıyoruz.

İlk durak Selimiye Camii. Mimar Sinan’ın bu muhteşem eserinin içinde namazlarımızı kılıyoruz, bol bol resim çekiyoruz ve namaz niyaz köfte piyaz gezimizin son yemeğini yemek üzere Köfteci Osman’ın yolunu tutuyoruz.

Nefis köfteleri afiyet yiyip yola koyuluyoruz.

Artık yolculuk arkadaşlarımızla son bilgi alış verişlerimizin yapılacağı saatler başlıyor. Her birimizin ev ve aile özlemleri daha ön plana çıkıyor. Kim evine nasıl varacak?

İstanbul dışındakiler bulundukları şehirlere nasıl dönecekler?

EmanTur’un bundan sonra hangi gezileri var? Haluk Hoca’yı bir daha nerede bulup dinleyebilmek mümkün olacak? gibi sualler ve cevapları gezinin bundan sonraki bölümünü dolduruyor. Başladığımız yerde, yani İncirli’deki Ömür Lokantasının önünde (bugün orada artık Ömür Lokantası yok) gezimiz son buluyor.

Altı günü beraber geçiren bir otobüs arkadaşla hakikaten çok uyumlu bir gezi yaptık. Gerek gezi rehberlerimiz, gerek yolculuk arkadaşlarımız, gerek kafile başkanımız, hepsi çok güzel bir imtihan verdiler. İnsanların birbirlerini iyi tanımaları için beraberce seyahat etmenin önemli olduğundan bahsedilir. Bu grup hakikaten güzel insanlardan oluşmuştu. Gezinin güzelliği beraber dolaşılan arkadaşların güzelliği ile birebir ilintili idi.

Urumelinden güzel hatıralar, hüzün, tarihe yönelik mahcubiyet, daha sıkı işbirliği ve münasebet ihtiyacı şeklinde özetlenebilecek tespitlerle döndük

Erhan Erken